S
on asırların seyri içinde ender yetişen ve her cephesiyle fevkalade özelliklere ve üstün vasıflara sahip mütefekkir, mücahid, ilahi aşk ve gönül ehli, mümtaz insan rahmetli S. Ahmet Arvasi Bey’i unutmak asla mümkün değildir. En yüksek dağlardan bile uzaklaştıkça o gökleri delen gibi görünen görüntüleri küçülürler. Ama S. Ahmet Arvasi’nin 31 Aralık 1988’den bu yana zaman uzadıkça; O’nun büyüklüğü ve hizmeti her geçen gün inananların ufkunda giderek yükselmektedir. O, sıradan bir kişi değildir. Kendi şahsında ender yetişen ve sayısız ilahi nimet ve ihsana kavuşan muhterem zatlardan biridir.
1932-1988 gibi kısa ömrüne çok büyük hizmetler sığdırmış, yalnız Türkiye’nin değil, Türk ve İslam Dünyasının çağımızdaki Ahmet Yesevi’si (kuddise sirruh) rolünü üstlenmiş mütefekkir, pedagog, sosyolog, eğitimci ve bugünlere ve yarınlara ışık tutacak ve İslam Dünyasının geçirdiği bunalım ve zelil durumdan kurtulması için çalışan rehberlerden ve ön sırada yer alan mücahidlerden biridir.
Elbette cihad sadece kılıçla yapılmaz. Zamanımızda kalemle yapılan cihad çok daha önem kazanmıştır. İbadetler, cihadın yanında denizde damla gibidir, emri bi’l mâruf ve nehyi anil’münker’in yanında ise cihad, deryada damla gibi olduğu alimlere rahmet olarak gönderilen şan ve şerefi çok yüce ve yaratılanların en güzeli, güzeller güzeli son peygamber Hazreti Muhammed (Sallahü Aleyhi Vessellem) Efendimizin müjdeleridir.
Ve rahmetli S. Ahmet Arvasi, bütün sosyal meseleleri İslami açıdan izah ederek bu görevi ifa etmiştir. En az 2 asır önce Adriyatik’ten Urallar’a kadar uzanan bölgede Müslümanlar hakim ve çoğunluk idiler. Ama emri bi’l maruf ve nehyi anil münkeri terk ettikleri için azınlığa düştüler.
Şayet bu kıymetli fikir adamı başka ülkelerde yetişmiş olsaydı, devlet ve halk bu zat için enstitüler kurar, kürsüler açar en azından O’na minnet borcunu öderdi. Eserleri en azından yardımcı ders kitabı olarak okutulurdu. Ama Tanzimat’tan bu yana bu millete sayısız nimetler ihsan eden Allahü Teala’ya şükretmesini unutan bazılarının S. Ahmet Arvasi’ye teşekkürlerini beklemek akrepten bal yapmasını beklemek kadar abesle iştigaldir.
Zaten. S. Ahmet Arvasi’nin de teşekküre ihtiyacı yoktur. Bütün hayatını İslam dinine ve bu hak dine 1000 yıl hizmetle şereflenen Türk milletine adamış bu mübarek insanın tek bir hedefi vardı. O da Rızai ilâhi idi.
Bazı şeyler “Hal Bilgisi” ne dahildir, kalem ve sözle ifade edilemez, ancak yaşanarak bilinir. Binlerin değil, yüzbinlerin kalbinde manen yaşayan bu kıymetli insan ölümü ile öyle büyük nimetlere kavuşmuştur ki anlatılamaz. İnşaallah O’nu sevenler Onun kavuştuğu nimetlere kavuşur. İbadet edilmeye hakkı olan tapınılmaya ve sevilmeye layık sadece Allah-ü teala’dır. Allah-ü teâlâ’yı sevmenin yolu ise O’nun Habibi Kibriyası, alemlere rahmet olarak gönderilen sebebi necâtımız, Hazreti Muhammed (Sallahü Aleyhi Vessellem) Efendimizi sevmekle mümkündür. O’nu sevmek ise varislerini, evlatlarını (ehli beytini), Eshabı Kirâmı velhasıl onun sevdiklerini sevmekle mümkündür. Rahmetli S. Ahmet Arvasi, Peygamber Efendimizin hem evladı hem de varisidir. O’nu seven kazanır.
Eserlerinin her biri Sıratı Müstakim çizgili üzerinde olup her kelimesi İslama uygundur. Bir sırrını ifşa edeceğim. Bir gün bana “Necati Abi, her yazım için iddia etmiyorum ama çoğunda kalemi tutan benim ama yazan ben değilim” demişti. Her yazısı güzeldir ama “İnsanlık Kimi Özlediğini Bir Bilse” yazısı eserlerinin kalbi mesâbesindedir.
Fâni dünya hayatının son günlerinde kendisine istirahat tavsiye edenlere “Kaybedecek tek saniyem yok” derdi. Nihayetinde temiz ruhunu iman ile masasının başında yazısını yazmak için daktilo tuşlarına vururken teslim etti. 31 Aralık günü, gafillerin “noel” gecesine (yılbaşı adına da olsa) hazırlandıklarında; bütün ömrü küfür seline karşı mücadele ile yorulan, iman ve islam aşk dolu kalbi durdu. Ama O, kınından çıkmış kılıç gibi kıyamete kadar nasibi olanları eserleri ile aydınlatacaktır. O, sayısız nimetlere kavuştu. Acaba bizim sonumuz ne olacak?
Rahmetli S. Ahmet Arvasi için ne söylesem elbette azdır. 1986 yılında kendisinin kaleminden çıkan ve “Doğu Anadolu Gerçeği” kitabının “önsözü”nde yer alan hususları arz etmekle en güzelini yaptığıma inanıyorum:
“Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk Milleti’ni iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen” Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktan gelsin, her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında, Şanlı Peygamberimiz’in “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz”, “Kavmin efendisi kavmine hizmet edendir” ve “Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.
Öte yandan, İslâm’ın, yakından uzağa doğru bir fetih ruhu ile bütün beşeriyeti “tevhid bayrağı” altında bütünleştirmeye çalışan bir ilâhi sistem olduğunu da asla unutmuyorum. Yine, Şanlı Peygamberimiz’in (Sallahü Aleyhi Vessellem) “İlim Müslümanların kaybolmuş malıdır, nerede bulursa almalıdır”, tarzında formülleştirdikleri mukaddes ölçüye bağlı olarak hızla “muassırlaşmak” gereğine inanmaktayım.
Bu, Türk İslâm kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu (rönesansı) olacaktır. İslâm’dan zerre taviz vermeksizin yepyeni “kadrolar” ve müesseseler ile zamanımızın bütün meseleleri, vahyin, peygamber tebliğlerinin ve “sünnet yoluna” bağlı büyük müctehidlerin açıklamalarının ışığında, yeniden bir tahlile ve terkibe tâbii tutulabilir.
İnanıyorum ki hem Türk olmak, hem Müslüman olmak, hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız, bütün tarihleri boyunca, bunu denediler ve başarılı oldular. O halde, bizler niye bu tarihi misyonumuzu yerine getirmeyelim? Asla unutmamak gerekir ki; “yabancı ideolojiler” yabancı ve istilacı devletlerin fikir paravanlarıdır, milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim ve buna inandığım içindir ki, Türk devletini bölme ve Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim.
Hele, bir Doğu Anadolu çocuğu olarak doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hain niyetlere ve kahpe tertiplere karşı elbette kayıtsız kalamazdım. Beni, yakından tanıyanlar, bütün hayatımı ve çalışmalarımı Türk İslam ülküsüne vakfettiğimi elbette bilirler. Beni bu mukaddes yoldan döndürmek için, ne oyunlara, ne tertiplere ve ne kahpeliklere maruz bırakıldığımı, bir ALLAH bilir, bir de ben…
Şüphesiz, bu oyunlar bitmemiştir ve kolayca biteceğe de benzemez. Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun, devleti güçlü ise İslâm dünyası da güçlüdür. Aksine bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslam Dünyası da sömürgeleşmektedir. Galiba bu durumu, en iyi idrak edenler de düşmanlarımızdır. Onun için, bütün İslam Dünyasını esir almak isteyen “şer kuvvetlerin” ilk hedefi Türk devleti ve Türk milleti olmuştur. Tarihten ibret almasını bilenler, bunu âyân beyan göreceklerdir. Durum, günümüzde de aynıdır. Onun için diyorum ki, Türk devletini yıkmak ve Türk Milletini parçalamak isteyen bölücüler, yalnız “Türklüğe” değil, “İslâm”a da ihanet etmektedirler.