Kültürümüz

Medine’den Türkistan’a İnen Nur

*Prof. Dr. Osman Kemal Kayra

resim

Türkler sırlı hazîneye 10. asırda kavuştular. Şanlı
Sahâbe’nin sınır tanımayan teblîğ seferlerine ulaşan atalarımız, bu mübârek
dinle bu asırda tanıştı. Asya bozkırlarının bu cengâver, bu ele avuca sığmayan
alpları, İslâmiyet’le tanışıp alp-eren olunca genlerinde var olan asâlet,
merhamet, adâlet ve tavâzû ile mükemmelliğe ulaştı. Artık onlar “Lâ şerefe a’lâ
minel İslâm”
(İslâmiyet’ten üstün şeref yoktur) düstûrunu benimseyerek
Müslümanlığı yayma misyonunu da üstlendiler.

Türklerden Sahâbe’den
olan var mı, bu açıklığa kavuşmuş değildir. Kesin olmayan bilgilere göre ilk
Türk Sahâbe Ebû Ubeydullâh Süreyc Et- Türkî’dir. Dede Korkut’taki Bügdüz
Emen’in de Efendi’mizin yanına gidip İslâm’ı öğrenenin ilk Türk olduğu
söylenir.

Sahâbe-i kirâm başlangıç savaşlarını yapıp (Bedir, Uhud vb.)
İslâm’ın sancağını dikip perçinlediler. Sonra Asya içlerine kadar dağıldılar.
Hind’e, Çin’e; Türkistan’a gittiler. Bu maksatla bu nûr elçileri bir meltem
rüzgârı gibi Orta Asya’nın sert havasını yumuşattılar. Hıra Dağı’ndan Tanrı Dağları’na
hidâyet köprüleri kurdular. Medîne hurmalıklarının letâfetini Ötüken Ormanı’nda
estirdiler. Aral, Baykal göllerinin acılığını zemzem ile giderdiler. Tek
eksikleri İslâmiyet olan Türk kavmine İslâmiyet’i öğrettiler.

Ahmet Yesevi Seçildi

Tılsımı açmak ve şifreyi bulmak kolay değildi. Bu kilidi
açmak için ilâhî bir yol gerekiyordu. Bu delişmen kavmi muvahhid (Allâh’a ve
onun şanlı Peygamberi’ne inanan) yapmak için bir seçilmiş gerekiyordu. O da
Ahmed Yesevî hazretleri idi. Nasıl seçildi bu velî kul, o menkıbeye bir göz
atalım. Adı üstünde, nakledilen bir menkıbedir. Burada bakmamız gereken kurgu
ve telâkkîdir. Bâzen mânâ lafzın (sözün) önüne geçer:

Bir gazâ gününde
Sahâbe-i kirâm aç kalmış, Resûlullâh Efendimizden yiyecek istemişlerdi. Cebrâîl
(aleyhisselâm) onlara cennetten hurma getirmişti. Hurmaları yerken bir tânesi
yere düşmüş Cebrâîl de (aleyhisselâm) “Bu hurma sizin Türkistan ümmetinizden
Ahmed Yesevî kısmetidir”
haberini vermişti.

Hazret-i Muhammed (efendimiz) hemen Aslan Baba’yı -Onun da
bu menkıbeden Sahâbeden olduğu zannediliyor- çağırmış bu hurmayı ona vermiş ve
“Benden sonra Ahmed adlı bir çocuk doğacak, o ümmetimin seçkinlerindendir bu
hurmayı ona ver!”
buyurmuş.

Efendi’mizin duâsıyla Aslan Baba asırlarca yaşamış, bütün
dünyâyı aramış, sonunda Türkistan’a gelerek Yetîm Ahmed’i bulmuştu. Bu sırada
Ahmed, Yesi’de mektebe gidiyordu. Aslan Baba çocuğa selâm verdi. Çocuk selâmı
alırken “Ey baba, emânetiniz hani?” diye sordu. Aslan Baba bu beklemediği
sorudan şaşırdı “Ey velî, sen bunu nereden biliyorsun?” diye hayretle sordu.
Çocuk “Allâh bana bildirdi” cevâbını verdi. Sonra adını sordu, Ahmed olduğunu
anladı ve emâneti sâhibine teslîm etti. Aslan Baba hem onun mürşidi oldu hem de
eğitimi ile uğraştı

Hoca Ahmed Yesevî, Aslan Baba’nın vefâtıyla İslâmî ilimlerin
merkezi Buhârâ’ya gider. Orada büyük mutasavvıf Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye intisâb
eder. Hoca Ahmed Yesevî ondan sülûk âdâbını, zâhir ve bâtın ilimleri
öğrenmiştir. Bu olay aslında Türk’ün kutlu yolunun da başlangıcıdır. Ahmed öyle
bir şeyhe intisâb eder ki kendisinden sonra Türkler onun sâyesinde Ehl-i
sünnetin göz bebeği “Altın silsile”ye sıkı sıkıya bağlandılar.

O, Şeyh Hemedânî’ye
intisâbını kendi “Hikmetler”inde şöyle anlatır:

“Ben yirmi yedi yaşta
pîr buldum /// Eşiğinde yaslanarak izini öptüm /// O sebepten Hakk’a sığınıp
geldim işte.”

Hemedânî hazretleri Irak, Horasan, Mâverâünnehir ülkelerinin
çeşitli şehirlerinde halkı irşâd ile uğraşmış, ilk iki halîfesi Hoca Abdullâh-ı
Berkî ve Hoca Hasan Andâkî’dir. Andâkî’nin vefâtından sonra dördüncü halîfesi
Abdühâlık Gucdüvânî’ye bırakarak Türkistan’a, Yesi’ye dönmüştür. Yesevî
hazretleri Hemedânî hazretlerinin halîfelik makâmını da kazanmış ve
Türkistan’da binlerce mürîdânı etrâfına toplanmıştır. Yesevî, onların
anlayacağı basit Türk diliyle saf Türklerin kalbine îmân nakşediyor bozkırın
ser-âzâd Türkmenlerine, dizi dibinde ilim ve îmân aktarıyordu.

Görülüyor ki bu yol çetindi ve bu ni’mete kolay
ulaşılmamıştı. Rabb’imiz Türk’ün boynuna İslâm’ı yüceltme ve yayma vazifesini
yüklemişti. Bu görevi bin yıl eksiksiz yapan atalarımız, bid’atsiz Sünnî ekolün
en büyük temsilcileri oldular…

İlgili Gönderiler

1 / 62