Türk Dili

Türkçenin Kur’ânî Belkemiği

 

Hikâye çok mâlum ve meşhur: Okuma yazması olmayan, tahsil görmemiş bir Anadolulu hemşehrimiz hacca gitmiş. Dönüşünde konu komşu, akraba, tanıdık ziyaretine gelmişler; bir müddet sonra söz, “neler gördün hacım hele anlat bakalım” faslına düşünce hacıemmi kendi gözlemlerine nazaran en mühim bulduğu hadiseyi hikâyeye başlamış;

 

“Mübârek yerde ezan Türkçe okunuyor, namaz Türkçe kılınıyor, Kur’ân-ı Kerim Türkçe okunuyor, hepsi pek iyi, pek hoş, bu hususta hiç yabancılık çekmedik. Lâkin iş konuşmaya gelince adamlar (Araplar demek istiyor) sapıtıveriyorlar!”

 

Türkçe ile Arapça arasındaki yakın ve samimi alâkayı, bu hikâyeden daha iyi anlatabilen bir misal daha tasavvur edilemez. Tarih boyunca bütün Müslümanlar Arapça’yı, Araplara dair bir millî bir kültür unsuru olarak değil, Kur’ân-ı Kerim’e dair ve ona ait bir hususiyet saymışlardır. Günün birinde Türkçeyi on asır önceki kelime kadrosundan hareketle yeniden inşa etmek, kısaca yabancı kelimelerden arındırmak gündeme gelince, teklif edilen yeni lisanın halka ne kadar tuhaf ve yabancı göründüğünü tahayyül ediniz.

 

Devlet eli ve gücüyle lisanın kısa zamanda iki nesil arasındaki haberleşmeyi kesintiye uğratacak derecede “arılaştırılması” herhangi bir dil için bile daima fecî bir netice vermeye mahkûmdur; Türkçe, bu faciayı bütün tahribatı ile yaşamakla kalmadı; en az bu kadar fecî bir başka sonuçla daha karşılaştık: Türkçe’nin Kur’ân-ı Kerim lisanıyla, daha doğrusu Kur’ân-ı Kerim kavramlarıyla alâkası kesilmiş oldu.

 

Arapçaya dair bilgisi olmamakla birlikte eski Türçkeye âşinâ biri dikkatle, Kur’ân-ı Kerim okurken veya dinlerken Türkçe mantığıyla öğrenip mânâ verdiği pek çok kelime ve kavramı anında fark eder. Meseleye “ters açı”dan bakan bir gözlemci için bu misâl, Türkçenin Arapça tarafından istilâsı olarak anlaşılabilir.

 

Halbuki Kur’ân-ı Kerim’e cildinden kâğıdına, harfinden mânâsına kadar fevkalâde bir ihtimâm göstermekle tanınmış olan Türkler için bu vakıa, Türkçenin Arapça tarafından istilâsı olarak değil, Türkçenin Kur’ân tâbiriyle kaynaşması olarak değerlendirilmişti.

 

Kur’ânî lafızları Türkçede tasarruf etmek, gündelik hayatta konuşma diline geçirmek, o toplumun Kur’ân-ı Kerimle sâmimiyetini ve muarefesini artıran, pekiştiren bir tesir uyandırıyordu. Nitekim dilde arılaşma cereyanı altında yetişen nesillerin Kur’ân-ı Kerim’e mesafesi, İngiliz, Fransız veya Lâtin lisanıyla kalemi alınmış herhangi bir metne karşı hissettikleri mesafeyle hemen hemen aynıdır.

 

Öztürkçe akımının şuurla veya gaflet eseri olarak önümüze koyduğu neticelerden en büyüğü, Türkçe’nin Kur’ân-ı Kerimle samimiyet ve alakasını kesmek olarak tecelli etmiş bulunuyor. Halbuki Türkçenin içinde yaşayan Kur’ân-ı Kerim tâbirleri, sadece dinî çağrışımlar uyandırmıyor; karşılığı asırlar boyunca değişmeden kalan ve herkesçe mâlum olan bir mânâ koleksiyonuna da atıfta bulunuyordu.

 

Kurân-ı Kerim kelimeleriyle birlikte biz, onun yerine ikame edilen yeni kelimelerin karşılıklarını da kaybettik; “olay” kelimesini iskambil jokeri gibi yerli yersiz her lâfın arasına sokuşturmamız, lisanın mantığını elden kaçırdığımız için “olmak”, “yapmak” gibi çok ihtiyatla kullanmak icab eden fiillerle yer yer ekalliyet Türkçesinden beter bir lisan zevksizliğine düşmemiz sebepsiz değil.

 

“Şahit” yerine “tanık” kelimesini kullanmakla kıyamet kopmuyor, “ş-h-d” harflerinden türemiş onlarca isim ve fiilin bir hamlede yok olup gitmesi bir yana ama bir dünya yıkılıyor; “abd” kelimesini “kul”la, “ibadet”i tapınmakla karşılamak belki mümkün ama bu kelimelerin Kur’ân-ı Kerim ve İslâm literatüründeki zengin çağrışımlarını nasıl telafi edebilir?

 

Acımak fiili ile “rahmetmek” mânâ itibariyle asla denk olamaz. Kurân’da geçen “vezn”, bizim “ölçü”den çok farklı bir mânâ alanını ve tedâileri de kaplar. Eski Türkçe, “kul”, “tanık”, “ölçü”, “tapınmak” kelimelerini de ihata eder, fakat eskiler bu kelimeleri çok farklı yerlerde kullanırlardı. Cümlede Kur’ânî bir kavram geçtiği zaman onun karşılığı hakkında tereddüd edilmezdi. Kur’ân-ı Kerim Türkçeye hediye ettiği veya Türkçenin Kur’ân-ı Kerimle samimi ülfetinden hâsıl olan bu mânâ beraberliği Türkçe’nin belkemiği idi.

 

Ecdâd on asır boyunca bu lisanı terennüm etti; rüyâsında bu dille konuştu, aşkını ifade ihtiyacında bu dile sığındı ve bu dil henüz bu asrın başlarına kadar bir dünya lisanı idi. Hem “beyn’el-İslâm” bir düşünce alanı, hem “emperyal” haşmete sahip debdebe unsuru, hem mahalle arasında ana sütü gibi temiz ve berrak bir tınıyla seslendirilebilen bir halk hançeresi idi.

 

Biz lisanımızla birlikte “beyn’el-İslâm” vizyonumuzu da reddettik; bugün vardığımız netice pek çokları için “yeterli” olabilir ama ben “tatminkâr” bulmuyorum; çünkü arada “yeter” ile “tatmin” kelimelerinin arasındaki mesafe kadar bir uçurum var. En basit şekliyle farkı anlamak isteyen, bütün müştakleriyle “tatmin” kelimesinin Kur’ân-ı Kerim’de zikredildiği yerlere dikkat kesilir, kavramın mâna itibariyle kapladığı evreni anlar ve ondan sonra “yeterli”nin yeterli olup olmadığı hususunda hüküm verir.

 

Doğrusu biz, Türkçenin içindeki “Kur’ânî belkemiği” çıkararak “nefsimize zulmedenlerden” olmuşuzdur.

 

 

 

 

 

İlgili Gönderiler

1 / 79