Türk Dili

İmparatorluk Dilinden Langırtçaya

 

Hamburgercideyiz. Şu ünlü Mc Donald’s’da. Dükkân hafta sonu olduğundan çocuklarla, gençlerle ağız ağıza dolu. Kulağı halkalı, arabalı, mutena semtlerin delişmenleri. Bunların da kendilerine yakıştırılmış sıfatları vardır herhalde. Eskiden “teenagers denirdi; kelime onüç ondokuz yaş arası gençlere tekabül etmekle beraber böyle James Deanvari tipler için kullanılırdı. Bilmem şimdi ne deniyor. Uçarı, delişmen desem, biraz hafif kalıyor galiba. Uçarı, delişmenin daha moderni, çağdaşı… Uçuk demek daha mı doğru acaba?

 

Mutena semt deyince, öteki muhitlerin sakinleri alınmasınlar çoğunlukla varlıklıların oturduğu semtlerden söz ediyorum. Aslına bakacak olursak, mutena sıfatı eskiden İstanbul’un gözbebeği, zarif seçkin semtler için kullanılırdı. Buralar ağırbaşlıydı, Osmanlıydı. Mesela Aksaray öyleydi, Kadıköy, Fatih, Erenköy. Ama şimdiki sitelerde her kesimden insan barınabiliyor. Parası olan itibarı da satın alabiliyor. Kültür seviyesi, görgüsü, hayat tarzı, dünya görüşü ne olursa olsun. Onun için mutena sıfatının da artık eski manasını kaybettiğini buraya ekleyelim.

 

Delikanlı konuşuyor:

 

Var mısınız Kartalkaya’ya? Ne olacak arabaya bindik mi yippii, vıjjjt yollar o biçim, zıttt gidiyorsun.”

 

Vay anasına, hayret bişi, diyor öbürü. Araba langırt devriliyor tabii.”

 

“ Sen gırgıra bak. Otel o biçim. Dans, kızlar füfüyt gırla. Kayak desen üf… Jııt kayıyorsun.”

 

Bu çocuklarla öteden beri hiç konuşulmamış sanki. Yabancı bir ülküde yaşasalardı oranın dilini belki budan dahi iyi öğrenirlerdi. İkide bir ekledikleri efektler, zııt vijt’ları yok mu işte bunlara dayanamıyor insan. Ne olacak bilgisayar çocuğu desem, herhalde teknolojiyi küçümsemiş olurum. O da değil. Çocuk tarzanvari bir dille konuşuyor, arkadaşı da öyle, ne demeli?

 

Bir dil nasıl öğrenilir peki? Elbette önce ana kucağında ve dizinde. Ninnilerle, şarkılarla, masallarla… Sonra da okuyup yazarak, kaynak eserleri, köklü kültür verimlerini tanıyarak. Milli eğitimin en önemli çabası da bu olmalı. Kısacası dil mânâ zenginlikleri, ahengi, şiiriyetiyle birlikte öğretilmeli, öğrenilmeli.

 

Şüphesiz Türkçe dünyanın musikiye en yakın dillerinden biri. Epeyce oluyor, Azerbaycanlı kardeşlerimizle böyle çok yakın münasebetler kurulmadan önce sanırım 1978-79 yıllarında Bağdat Caddesinde bir arkadaşımla Azerbaycanlı bir hanımın konuşmalarına şahit olmuştum. Azerbaycanlı hanım konuşmuyor, adeta şarkı söylüyordu. Öylesine inişli çıkışlı, nağmeliydi dili. Ben bunu ifade edince o da “Sizinkisi de bize öyle gelir!” demişti. Şive farklarına rağmen ne de olsa her ikisi Türkçe.

 

Türkçenin musikisini galiba en iyi sokak satıcıları bilmektedir. Yahut da onların kelimelere nağmeler eklemek gibi bir yetenekleri var. Nihat Sami Banarlı, Türkçe’de raks özelliği buluyor. Örnekler göstermiş. Bir tanesi şöyle:

 

Bahçeye de kurdum çifte salıncak

 

Yar gidip, yar gelip sallanacak…

 

 

Salıncağın gidiş geliş hareketini ikinci mısrada bütünüyle hissediyoruz.

 

Çağımızın en önemli iletişim aracı televizyonda da dil, görüntünün ardından gelen unsur. Dikkat ediyorum seyirciyle bağlantılı programlarda kimi kanalların genç sunucuları dili iyi bilmediklerinden nükte yapamıyor, havadan sudan ipe sapa gelmez sözlerle zaman öldürmüş oluyorlar. Sohbet etme, hem yetenek işi, hem de bir kültür malzemesine bağlı. Çoğu kahkahayla geçiştiriyor dakikaları.

 

Kimi zaman konuşma sanatının da bir okulu olmalı diye düşünüyorum. İmparatorluk dilinin şimdiki çoraklığını göp içim burkuluyor. Hezarfene Hazerfen diyenler Hezarfen Ahmed Çelebi’nin hayatını film yaparlarsa gerisini siz düşünün… Oysaki hazer Farsça “sakın” manasındadır; hezar ise “bin.” Hezarfen bin fenne sahip, bin türlü ilim sahibi demektir. Doğrusu da budur. Kelimeyi doğru şekliyle telaffuz etmemek, bilgisizliğin, araştırma ve öğrenme tembelliğinin her alanda egemenliği demek oluyor. Şu halde dil faciası kültür faciasıyla iç içedir.

 

 

 

İlgili Gönderiler

1 / 79