Türk Dili

Kelime Uydurma Hastalığı

D
illerin yaşayan içtimâi müesseseler olduğu ve onlara sun’i ve keyfi müdahaleler yapılamayacağı, yaşayan bütün dillerin her an değişmekte olduğu, fakat bu değişmenin zorla değil kendiliğinden meydana geldiği, artık, hemen bütün ciddi dilcilerin kabul ettiği hakikatlerdir. Bugün, “ölü diller” dışında, değişmeyen bir dil gösterilemez.
Dil değişmeleri kendiliğinden olduğu zaman o kadar yavaş bir seyir takib ederler ki, bu değişme, o dili kullananlarca bile hiç his edilmez. Aslında, bütün dillerde, canlılara has bir dinamizm görülmektedir. Nasıl bugün konuştuğumuz ve yazdığımız Türkçe XVI. yüzyıl Türkçesi değilse, yüz yıl sonra konuşulacak Türkçe de, elbette, bugünkü Türkçe olmayacaktır.
Bu değişme hâdisesi dışında kalan dil yoktur. Değişme, ancak ölü dillerde görülmez. Onlar, katılaşmış, donmuş ve fosilleşmiş dillerdir. Kelimeler de, kullanıla kullanıla aşınan ve yıpranan eşyalar gibi, eskirler ve yapı değişikliklerine uğrarlar. Sözün kısası diller, sabit, değişmez, kalıblaşmış sistemler değillerdir. Onlar, kendiliğinden büyüyen, gelişen ve nihâyet ömrünü tamamlayıp ölen canlı varlıklar gibidir.
Dillerin yapısı ve tarihi ile meşgul olanların çok iyi bildikleri diğer bir hakikat de dünyada, bazı iptidâî diller dışında, saf veya katıksız denilebilecek bir dilin mevcud olmadığıdır.
Bu hakikatler karşımızda dururken, dünyanın en büyük, eski ve zengin dillerinden biri olan Türkçenin, son 30 yıldır, zorla, akıl ve mantık dışı bazı yollarla, tamamen keyfi ve sun’i olarak “özleştirilmesi” veya “saflaştırılması” gibi mahiyetleri iyice anlaşılamamış bazı muamelelere tabi tutulması ve bu faaliyetlere “dil devrimi” gibi dünyada benzere olmayan bir ad takılması, kültür hayatımızın ciddi olarak gözden geçirilmesi ve yeniden değerlendirilmeğe tabi tutulması gereken bir cephesini teşkil etmektedir.
Buna zaruret “de” vardır, çünkü Türkçeye gelişigüzel yapılan müdahaleler, iddia edildiğinin aksine, onu bir anlaşma vasıtası olarak fakirleştirmeğe, onun ifade gücünü zayıflatmağa ve sağlam yapısını bozmağa yol açmaktadır.
Bir “Öz Fransızca”, “Öz İngilizce”, “Öz Almanca” veya “Öz Rusça” dan bahs edilemeyeceği ve dünyanın hiçbir dilinde bugün Türkçedeki gibi bir “özleşme” hareketi görülmediği halde, niçin, Türkçe son 50 yıldan beri allak-bullak edilmektedir?
Dünyadaki hiçbir milletin dilinde ve felsefesinde “dil devrimi” diye tabir veya kavram olmadığı ve böyle bir tabir yabancı dillere tercüme dahi edilemediği halde, sanki tabii bir hadise imiş gibi işi gücü bırakıp, niçin kendi dilimizi en az üç kere yeniden öğrenmek zorunda bırakılıyoruz? Kültür hayatımızdaki bu hadisenin, hiçbir ciddi ve ilmi izahı ve müdafaası yapılamaz. Çünkü, dünyanın bütün zengin dilleri son derecede karışık ve melez dillerdir.
İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi büyük diller asla saf olmayıp bilâkis, son derecede karışık ve melezdirler. Meselâ, İngilizcenin ancak %10’u Anglo–Saksonca ve geri kalan kısmı ise Latince, Eski Grekçe ve Fransızcadan alınmış, fakat İngilizceye mal edilmiş kelimelerden ibarettir.
Anglo – Saksonca ise, zaten eski bir Germen dilidir; fakat aklı başında hiçbir İngiliz, dilinin karışık ve melez olmasından şikayetçi değildir ve dilini saflaştırmayı, “öz İngilizce” olmayanları atıp yerlerine binlerce kelime uydurmayı aklının kıyısından dahi geçirmediği gibi, böyle bir fikre saplananların da çıldırmış olacağına inanır.
Hatta o, bir zamanlar dünyanın dört bucağına yayılmış İngiliz İmparatorluğunun bugün İngiliz dilinde büyük bir mânevî imparatorluk halinde yaşadığını, onun bütün medeniyetlerden izler taşıyan büyük bir karışım, zengin bir sentez, ifade kabiliyeti gayet güçlü, kelime hazinesi eşsiz denilecek kadar zengin, milletlerarası bir anlaşma vasıtası olduğunu görerek onunla iftihar eder.
Türklerin de dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin ve ayrıca, tarihte dünyanın her yanında sayısız devletlerin kurucuları olarak, dillerinde başka dil ve kültürlerin izlerinin bulunması kadar tabiî bir şey olamaz. Tarihi sebeplerle, dilimizde başka diller arasında, geniş alış-veriş münâsebetleri olmuştur. Bugün yalnız Sırpçada 6000 civarında Türkçe kelime olduğunu Yugoslav ilim adamları söylemektedirler.
Arapça, Farsça ve Türkçe arasındaki kelime alış–verişleri yalnız tek taraflı olmamıştır. Arapça ve Farsça da Türkçeden çok kelime almıştır. Tarihte yakın kültür münasebetlerinde bulunmuş olan Arap, Fars ve Türk topluluklarının paylaştıkları kültür mirasının bu milletlerin dillerine de yansıması kadar tabiî bir şey var mıdır? Rusçada bile binlerce Türkçe kelime olduğu, bilinen bir gerçektir.
Bu açık hakikatler ortada dururken, dilimizi saflaştırmağa teşebbüs etmek ve bu gaye ile uluorta tasarruflarda bulunmak akıl kârı olmasa gerek.
Saf ırkçılık gibi saf dilcilik de aslında, faşist ve totaliter bir zihniyetin mahsulü olduğu halde, bu cereyanlar, çoğu kendilerini “ilerici” ve “devrimci” aydınlar olarak tarif eden kimselerin kapılması, milli kültür hayatımızın en garip ve anlaşılmaz hadiselerinden biridir.
Türk aydını, bir gün muhakkak içine düştüğü tezatları, saptırıldığı çıkmaz yolları görecek ve rotasını yeniden ayarlayacaktır. Bugün sun’î olarak meydana getirilen dil keşmekeşi, elbette bir gün durulacak ve herkes olup biteni daha açık olarak gerecektir.
“Kaptıkaçtı”yı, “dolmuş”u, “gecekondu”yu, “hava parası”nı bulan Türk halkının zekası, akl-ı selimi ve hayal gücü, elbette, “yanıt”, “yapıt”, “kanıt”, “gereksinim”, “yaşam”, “yaşantı”, “içerik”, “olanak”, “olasılık”, “boşuğ”, “netek”, “çıdam”, “çıltak”, “ermegülük” gibi acayiblikleri yadırgayacak ve dili onlara bir türlü alışmayacaktır.
Elli yıl önce uydurulmuş “Bay” ve “Bayan” kelimelerinin bile Türkçe tarafından tamamen benimsenmemiş olduğu üzerinde düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir keyfiyettir. “Bay” ve “Bayan” kelimeleri, bugün ancak mektup zarflarında ve tuvalet kapılarında yaşayabilmektedir.
Soyadlarının bile bugün yurdumuzda resmi muameleler dışında tam bir geçerlilik kazanmadığı, pek çok kimselerin en yakın ahbaplarının bile soyadlarını bilmedikleri, kültür meselelerinde (burada kültür kelimesini kitaplardan elde edilen kültür olarak değil, yaşayan kültür yani örf ve adetler topluluğu olarak kullanıyoruz) sun’i müdahalelerin ne kadar te’sirsiz olduğunu göstermek bakımından, dikkate değer.
Bugün yaşları 50-60 civarında olanlar, bir zamanlar, valiye “ilbay”, belediye reisine “şarbay”, B.M.M. ne “Kamutay” dendiğini hatırlayacaklardır. Onlarla birlikte daha binlerce uydurma kelime Türkçenin bünyesine, Türk ağzının yapısına, Türk halkının akl-ı selimine ve zevkine uygun düşmediklerinden, saf dışı edilmişlerdir.
“Tiksinme”yi andıran “gereksinme”, “süprüntü”, “döküntü” ve “sığıntı” cinsinden “yaşantı”, “çapıt”, vezninde “yapıt”, öküzün boyunduruğa koşulmasını akla getiren “koşul”, tamamen yanmış olarak kullanılan “kuşkusuz”, “anırma”yı hatırlatan “anımsama”, “yanılmayı” hatırlatan “yanıt” gibi gariplikler de bir gün elbette unutulup gidecektir.
Uyanık halkımız, sadece “aydın” ve “halkçı” geçinen bazı kimselerce piyasaya sürülen ve kendilerinden başka kimse için bir mânâ taşamayan bu deli saçmalarını kullanmağa lüzum görmüyor. Radyo ve kitle haberleşme vasıtaları ile sistematik olarak zihinlere yerleştirilme gayretleri de bereket versin, halkımızın şaşmaz akl-ı selimi ve anlayış kabiliyeti sayesinde, te’sirsiz kalmaktadır.
Piyasaya her gün yüzlercesi sürülen uydurma kelimeler, ilerici aydınlar(!) için bile şaşırtıcı olmaktadır. Son yıllarda ortaya çıkan halis uydurmalardan “öngörmek” fiili, vatandaşa bir şey ifade etmemekle kalmayıp, “bilimsel aydınlarca” bile o kadar farklı manalarda ve yanlış olarak kullanılmaktadır ki, bu kelime artık hatırlanamayan bir kelime yerine hemen yerleştiriliveren bir dolgu malzemesi gibi kullanılmakta ve kullanana da “büyük bir bilimsellik ve aydınlık vasıf”(!) verdiğinden, dil konularından anlamayan aydınlarca rağbet görmektedir.
Halkımız, bilhassa devletin Televizyonundan ve Radyolarından kulaklarına yılışık bir ısrarla her gün çarpan birçok uydurma kelimeleri yeterli bulmadığından olacak, bazen onları kendi bildiği kelimelerle yan yana kullanmakta, böylece onları bilmeyenlerin de anlayabilme imkanını sağlamaktadırlar.
Geçenlerde bir vatandaşımızın “Hayat yaşantımızdan memnunuz” dediğini duydum. Başka bir vatandaş da söze “mesela örneğin…” diyerek başlıyordu. “Örneğin” kelimesi “ördeğin” şeklinde söyleyenler olduğunu da bir meslektaşımdan duydum. Diğer bir vatandaş, “öneri” uydurmasını kâfi bulmayıp onu “teklif önerisi” şeklinde söylüyordu.
Elbette, bugün çok kullanılmakta olan “durum vaziyeti”, bu uydurma kelimelerin halkımızca günlük hayatta bir anlaşma vasıtası olarak kâfi sayılmayışının açık bir delilidir. Halk, bunların manalarını eskileri ile desteklemek ihtiyacını duymaktadır.
Bugünün tipik Türk aydını, bilhassa kendini “ilerici” veya “devrimci” olarak sınıflandıran takımındansa, ne düşünüş ne de yazı tarzı bakından alışık olmadığımız bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır. O, çevresine ve topluluğuna yabancılaşmış, bu sebepten de rûhî gerilimleri olan bir kimsedir. Yapmacık bir hüviyet takınmakta ve bunu “devrimcilik” ve “ilericilik” saymaktadır. Bu bakımdan onun şahsiyeti, adeta şizofrenik bir mahiyet arz etmektedir.
Konuşurken boş bulunduğu zamanlar, yani kafasındaki sansür mekanizması çalışmazken, tanıdığımız, bildiğimiz, yadırgamadığımız bir vatandaş gibi konuştuğu halde; yazarken öbür şahsiyetine yani “devrimci” hüviyetine bürünmekte ve rol yapmaktadır. Böyle bir aydının, elbette ne karakterine ne sözüne ne de ilmine güvenilemez. O, birtakım saplantılar içindedir. Kendi kültüründen zorla koparılmış, kendi benliğini bulamamış psiko-patolojik bir vaka’dır.
Psikiyatri uzmanları, şizofreni ve paranoia hastalarının kelimelerle aşırı derecede meşgul olduklarını ve anormal kelime sentezleri yaptıklarını bildirmektedir. Bu hastaların son derecede garip kelime terkibleri kurmaları, kendilerine mahsus, mahrem, başkalarına kapalı bir âlem meydana getirmeleri sonucu olarak izâh olunmaktadır. Onların bu âlem içinde kendilerine mahsus bir mantıkları ve hadiseleri tefsir ve izâh şekilleri, kendilerine mahsus tedai zincirleri vardır. Bizim kelime uyduran aydınlarımızın durumları ile onlar arasında bazı benzerlikler bulmak mümkündür.
Aşırılık, her bakımdan, zararlıdır. İyi ve faydalı şeylerin fazlası bile zararlıdır. Mesela, hayat için elzem olan su ve oksijen gibi maddeler, insana fazla dozlarda verildiği zaman ölüme sebebiyet vermektedir. Mâsum gibi görünen, dilimize ve zevkimize uymayan çok sayıda uydurma kelimeler de kültür varlığımız için bir zehir te’siri göstermektedir. Onlar, bizim millet olarak şahsiyetimizi, düşüncemizi ve hislerimizi bozmaktadır.
Aslında, düşünce ile dil arasında çok sıkı ve karşılıklı münasebetler vardır. Düşünce dile te’sir etmektedir. Bu bakımdan bozuk dil, bozuk düşünce demektir. Düşünce bozuk olunca, hayat da bozulur. Mânâ sınırları belli olmayan kelimelerden -ki uydurma kelimelerin çoğu böyledir- kurulmuş cümlelerde fikir bulanıktır. Böyle cümlelerle yapılan haberleşme zayıf ve kifayetsizdir.
Halbuki, bugün ilerlemenin üstün bir haberleşme sayesinde mümkün olduğuna inanılmaktadır. Bir topluluğun ferdlerinin birbirlerini iyice anlayamamalarının çok karışık ekonomik, hukukî, siyasi ve psikolojik kötülükleri vardır.
Uydurma kelimelerin birçoğu, eşyalar üzerine alelacele konmuş etiketlere benzerler. Onlarda, bir basitlik ve yalınlık vardır. Halbuki kelimelerin pek çoğunun, yalın mânâlarından ayrı olarak, birtakım manevi yükleri de vardır. İşte kelime uyduranlar, işin bu yönünü unutmaktadırlar.
Uydurma kelimelere yalın mânâlar verilebilir, fakat manevi mânâlar onlara asla bir anda kazandırılamaz. Çünkü onlar, bir kelimenin etrafında zamanla teşekkül eden, bir kavmin içtimâi hayatı ile ve tarihi ile sıkı bağları olan mânâlardır. Onlar, yerden mantar biter gibi bir günde ortaya çıkan kelimelerin taşıdıkları söylenen mânâlardan değildir. Bazı misaller verelim:
Çok sevdiğiniz yavrunuza veya eşinize “Ah, benim hayatım!” diyeceğimiz yerde, “Ah, benim yaşantım!” diyebilir misiniz? Aklı başında bir kimse iseniz, bunu diyemezsiniz herhalde. Bu “yaşantı” kelimesi üzerinde biraz düşünürsek, bu uydurmanın nasıl yanlı bir kalıba dökülmüş olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz, sanırım.
Türkçede “-ıntı, -inti, -untu, -üntü” soneki ile biten “yıkıntı”, “süprüntü”, “sığıntı”, “döküntü” gibi kelimeler; bozukluk, değersizlik, parçalanma gibi manalar taşırlar; “yaşantı” da olsa olsa, normal bir hayattan ziyade, “bölükpörçük bozuk düzen bir hayat” mânâsına gelebilir. Bu da belki, “devrimci bir hayat” anlayışına uygun düşebilir. Eğer öyleyse, bir diyeceğimiz yok. Onların hayatı, pek âlâ, “yaşantı” olabilir. Fakat, biz yine de özbeöz Türkçe olan ve dilimizden herhalde daha birkaç yüzyıl çıkmayacak olan “hayat” kelimesini tercih etmeğe devam edeceğiz. Onlar isterlerse “yaşantı”“yeğleyebilirler”.
Uydurmacılık, Türkçe sanıldığından ve bu yazıda göstermeğe çalıştığımızdan çok daha pahalıya mal olmaktadır. Onunla silik, şahsiyetsiz, köksüz bir garip dil meydana gelmekte ve bu dili konuşanların kafasından milliyet ve tarih şuuru silinip atılmaktadır. Buna meydan vermemek için millî kültüre değer veren herkesin diline sahip çıkması, kaçınılmaz bir zaruret ve ihmal edilmemesi gereken bir vazifedir.

İlgili Gönderiler

1 / 79