Türk Dili

İmparatorluk Dilleri

 

Türk Dili’ne içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakîkat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya’daki kuruluş asırlarında bile, öz dil değil, bir imparatorluk diliydi.
 
Bir dilin doğuşunda, karakterinde, ananesinde ve dehâsında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayâtı ve kudreti varsa, artık o dili öz dil yapmaya kalkmak, dili kendi tabiatından ve dehâsından uzaklaştırmaktır ki; bunu ancak cehâletin ve dalâletin elleri yapar.
 
Türk Milleti, Asya Kıtası’nda başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazîfesini almıştı. Bu vazifeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.
 
Türk Dili’ni anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfidir. Çünkü eski Türkler, bütün eski Türk kaynaklarında ısrarla belirtildiği gibi yeryüzüne böyle bir vazife ile geldiklerine inanıyor ve bu vazifeyi, kendilerine Tanrı’nın bir emri bilerek yapıyorlardı. Bir misal olarak, “Dîvânü Lûgâti’t-Tûrk” müellifi ve büyük dil âlimi Kaşgarlı Mahmud, bu mühim eserinde bu noktaya uğurlu parmak koyar; bu târihî hakikati belirtmeye lüzum gorerek der ki:
“Gördüm ki, yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara Türk adını kendisi vermiş; onları yeryüzünün hâkanı kılmış, ve cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış.”
 
İşte Türkçe’yi anlayış, Türk Târîhi’ne olduğu kadar, Türk Dili’ne de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçe’nin, dar, mahdut ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, büyük millet dili olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lâzımdır:
 
Kendilerini “nizâm-ı âlem” için yaratılmış bilen Türkler, Asya topraklarında, asırlarca tetik üzerinde beklemişlerdir. Geniş Asya coğrafyasında büyük ve insânî Türk iktidarına başkaldıracak bir hareket nerede ve ne kadar uzakta olursa olsun, bu hareketi, bugünkü gibi, uçaklarla veya diğer motorlu vâsıtalarla değil, atlarla yetişerek bastırmışlardır.
 
Eski Türkçe’ye diğer çok doğru bir bakış da Ali Şîr Nevai’nin bakışıdır. Nevâî, Türkçe’nin, bir fiiller ve mecazlar lisânı olduğunu anlatır. Bir târih boyunca at üstünde yaşayarak, engin Asya bozkırlarını Gel! Git! Vur! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! v.b. gibi tek heceli sadalarla dolduran Türkler, devamlı bir fiil ve hareket halinde oldukları için, dillerinin hemen bütün fiillerini kendileri yapmışlardır. Mâden adları gibi, ziraat işleri gibi, kahramanlık ve binicilik sâhaları gibi, kendi hayatlarının ve sanatlarının çok sayıda kelimelerini de yine kendileri yapmış fakat diğer hayat, eşyâ, îman ve tefekkür kelime ve kavramlarının mühim bir kısmını, kendilerine lâzım olduğu ölçüde, başka dillerden almışlardır.
 
Meselâ, en eski Türkçe’ye töre kelimesi, İbrânî’den, ev kelimesini Râmî dillerinden; bugün öztürkçe (!) zannedilen ve aziz Türkiye topraklarını Akşehir, Alaşehir, Yenişehir, Eskişehir, Beyşehir ve benzerleri gibi târihle ve şerefle dolduran illerimizdeki şehir kelimesi yerine kullanılmak istenen kend, kand kelimeleri, Soğd-Sanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdca’dan, Oğuz kağan Destanı’nda rastladığımız sıra kelimesi, Yunanca’dan, semâ mânâsındaki kök:gök kelimesi, hatta kahraman mânâsındaki alp kelimesi, Moğolca’dan girmiştir. Yine eski Türklerin, inanışa âid, çok sayıdaki dînî kelimeleri de Hind ve Çin gibi, dînin felsefesini yapan cenup ülkeleri dillerinden alınmıştır. Yine Oğuz Kağan Destanı’nda rastladığımız dost kelimesi, Türk diline Farisi’den girmiştir. Eski Türkçede böyle kelimelerin sayısı çoktu. Bu çokluk, Türklüğün dünya tarihindeki gerçek yerini ve hizmetini tanıyanlar için, ayrı bir iftihar mevzûudur.
 
Bizim dilimize musallat olanların büyük gafleti, meselâ Sanskritçe – Türkçe, Çince – Türkçe, hatta Moğolca- Türkçe sözlükler vücûda getirmeden ve böyle lügatlara aldırış etmeden, kısaca, eski Türkçe’nin, içinde yükseldiği, ortak Asya medeniyetleri dillerini kaale almadan, Türkçe üzerinde söz söylemeğe, hatta ameliyat yapmağa kalkmalarıdır.
 
Türkçe’nin alaylı âlimleri, bu mevzularda o kadar gâfil veya maksatlıdır ki, Türkçe’ye, daha çok Moğol istilâsından sonra ve târihte ilk defa zorla sokulmuş, birtakım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesi’nde diriltmeğe kalkmışlardır. Bugün devlet teşkilâtında kullanılan sayıştay, danıştay, yargıtay gibi kelimelerdeki ekler, böyle ekler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine alaylı âlimlerce uydurulan görev, ödev, saylav, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir.
 
Zamânımızda Türk Dili, işte bu şaşkınlıkların perişanlığı içindedir. Çünkü târihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçe’de tamâmiyle millîleşmiş kelimelerini atıp, yine târihte Türk Milleti’ne en büyük fenâlığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçe’dir diye kabul ettirmeğe kalkmak, daha başka kelimelerle de vasıflandırılabilirse de, şimdilik en hafif vasıf, bu şaşkınlıktır. Türkiye Türkçesi’nin, aslında, Dünya’nın en güzel sesli dillerinden biri olması üzerinde, dokuz yüz yıllık bir zamandan beri, en büyük coğrafi te’sir hiç şüphesiz, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’nin te’sirleridir. Fakat Türkçe, tıpkı Türk Milleti gibi, târihin bu dokuz asrında ve Dünya’nın üç ktası üzerinde yeni bir dil imparatorluğu kurmuştur.
 
Hâdise, şöyle olmuştur:
Türk Dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir mûsikîyle gelmiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye Türkçesi’nde eski bozkır sesleri ve Idil Irmağı’nın akışından yükselen sesler vardır.
 
Fakat Türkiye Türkçesi’nde bu kadîm sesler yanında Nil nehrinin taşkınlığı da seslenir; Dicle’nin, Fırat’ın, Tuna’nın, Meriç’in ve Anadolu ırmaklarının akışları da…
Türkiye Türkçesi’nde Karadeniz kıyılarının, poyraz rüzgârı kadar canlı, çevik ve çabuk sesleri de vardır; Adalar denizi sahillerinin lodos rüzgârı, zeybek mûsikisi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da…
 
Aynı dil Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan ovalarında, Dünya’ya Türk gücünü tanıtmak için ilerleyen:
Sultan Süleyman ordusunun hür davullarından da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.
 
Arabistan çöllerinin uzun, Iran yaylalarının uzatılan sesleri; Italyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan levend’lerin bu zafer ve mâcerâ ufuklarndan getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesi’nde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir mûsiki saltanatı hâlinde mevcuttur.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İlgili Gönderiler

1 / 79