T
ürk milletinin tarihte maruz kaldığı en büyük felaket ve facialardan birisi de Birinci Cihan Savaşıdır (1914-1918). Bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti parçalandı. Yüz binlerce asker-sivil öldü. On binlercesi yurdundan yuvasından uzak diyarlara hicret etti. İki yüz bin asker de esir oldu. Anadolu’da hemen her aileden birkaç şehit ve esir vardır.
Bu savaşta esir düşen Osmanlı askerleri, dünyanın en ücra köşelerinde ağır hayat şartları altında yaşama mücadelesi verdi. Bu esirlerin 70 bin kadarı da Rusya’nın, Sibirya’nın uçsuz bucaksız coğrafyasındaki yirmi kadar kampa sürüldü. Esir kamplarında olumsuz hava şartları, hastalıklar ve açlık neticesinde pek çoğu hayatlarını kaybetti.
Şu hususu üzülerek ifade edelim ki, tarihçilerimiz bu Türk esirler hakkında bugüne kadar yeterli araştırma yapmadı. Edebiyatçılarımız da esirlerin hayat ve hatıralarını dile getiren ciddi eserler vermedi.
Son senelerde, bu konuda ilk ciddi araştırmayı Dr. Tülin Uygur yaptı. Türk esirleriyle ilgili, İsveç Devlet Arşivi’ndeki Kızılhaç kaynaklarını çok dikkatli bir şekilde tarayarak derlediği bilgileri, doktora tezi olarak kitaplaştırdı.
Birinci Dünya Harbi’nde tarafsızlığını ilan ederek savaşa katılmadı. Bu husus, İsveç Kızılhaçı’na, esir kamplarındaki Osmanlı askerlerine yardım yapma imkânı verdi. Kızılhaç delegeleri kampları ziyaret ederek Türk esirlerinin çok zor şartlar altında yaşadıklarını tespit ettiler. Esirlere giyecek ve gıda yardımında bulundular. Ayrıca hasta ve yaralı esirlerden bir kısmının İsveç’e getirilmesine yardımcı oldular.
Dünyanın dört bir tarafına dağılmış Osmanlı esirleri hakkında en detaylı araştırmayı da Prof.Dr. Celalettin Taşkıran yaptı. Çalışmaları “Ana Ben Ölmedim” ismi altında kitaplaştırıldı.
Doç. Dr. Cemil Kutlu, “Birinci Dünya Savaşında Rusya’daki Türk Savaş Esirleri” konulu çok önemli bir doktora tezi hazırladı.
Akif Aşırlı ise “Nargin – Sarıkamış-Kafkas Cephesi Esirlerinin Dramı” adlı eseriyle Nargin adasını Türk kamuoyunun gündemine getirdi.
Moskova’da, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünden Prof.Dr. Alfina Sıbgatullina’nın hazırladığı “Rusya Gazetelerine Göre Birinci Dünya Savaşında Esir Düşen Türk Askerleri” adlı makalede, Rusya’daki Türk esirler hakkında çok önemli bilgiler verilmektedir.
Ayrıca Marmara Üniversitesi, 14-15 Mart 2017 tarihlerinde İstanbul’da “Uluslararası Türk Savaş Esirleri Sempozyumu” düzenledi. Sunulan tebliğler kitaplaştırıldı.
Başta bu çalışmalar olmak üzere, bazı Türk esirlerinin hâtırâtını inceleyerek bu makaleyi hazırladık.
Bilindiği gibi Ruslar 1914’te Birinci Dünya Savaşında, Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal ettiler. Esir aldıkları çoğu asker ve sivil olan 70 bin kişiyi, zor şartlar altında yürüterek Azerbaycan’a kadar götürdüler. Burada 10-15 bin kadarını Nargin adasına doldurdular. Geri kalanları ise trenlere bindirerek Rusya içlerine, Sibirya’ya gönderdiler.
İlk Kamp Nargin Adası
Rusya’nın Kafkasya coğrafyasındaki en büyük toplama kampı Nargin adasıydı. Burası, esirlerin Rusya, Sibirya içlerine sevk edilmeden önce kaldıkları son kamptı. Kamp, zorla götürülen esirler için kısa süreli bekleme yeriydi ancak uzun süre kalanlar da olmuştu. Kalanlar, çoğunlukla küçük rütbeli askerler ve erler idi. Subaylar, firar edebilir endişesiyle Sibirya’nın iç kısımlarına gönderiliyordu.
Nargin adası, Hazar denizinde, Bakü’nün karşısında yaklaşık 3,5 km² bir adadır. Su kaynağı ve bitki örtüsü bulunmayan ada, savaştan önce Rusya’nın ağır suçluları tuttuğu hapishane olarak kullanılıyordu. Adada çok miktarda yılan vardı, bu yüzden “Yılan Adası” olarak da adlandırılıyordu. Türk esirlerce buraya “Cehennem Adası” adı verilmişti.
Esirlerin doldurulduğu barakalar tahtadan yapılmıştı ve dış etkilere karşı son derece dayanıksızdı. Şiddetli rüzgârlarda camları kırılıyor ve bütün soğuk hava koğuşlara doluyordu. Soğuğun etkisini kırmak isteyen esirler, camlara kâğıt ve bez parçaları sıkıştırıyorlardı.
Adaya ilk gelenlere içi saman dolu şilteler verilmişti. Yatak, yorgan, yastık yoktu. Hatta sonradan gelenlere şilte dahi verilmemişti. Doğrudan kuru tahta üzerinde yatıyorlardı. Bazen aşırı izdihamdan dolayı barakaların içlerinde yatacak yer kalmıyordu. Bunun için barakalar arasında basit çadırlar kurularak buralarda kalınmaya çalışılıyordu. Kampın yemekhanesi ve çamaşırhanesi de yoktu. Yemekler, mecburen yatılan yerlerde yeniliyordu. Esirlerin değiştirebilecekleri giyecekleri yoktu. Kampların temizlik şartları çok kötü olduğundan bit, pire salgını başladı.
Adada esirlerin kullanabileceği iki adet tuvalet vardı. Deniz kenarında, çok pis, duvarı ve çatısı olmayan bu tuvaletleri geceleri kullanmak son derece tehlikeliydi, denize düşme riski vardı. Geceleri ve kuvvetli rüzgârlarda bu tuvaletleri kullanamayanlar, barakaların içinde ve kenarında bulunan fıçıları kullanıyorlardı. Bunlar da kamp içerisine pislik ve koku yayıyorlardı. Kampta içme suyu sıkıntısı da vardı. Su Bakü’den getiriliyordu. Suyun dağıtımı sırasında güçlükler yaşanıyordu, bu sebeple günlerce su içemeyenler dahi olabiliyordu.
Azerbaycan Halkının Tepkisi
Nargin adasına doldurulan Türk esirleri, Azerbaycan halkını çok müteessir etti. Mesela “Hümmet” Gazetesi’nin redaktörü Neriman Nerimanov, 28 Kasım 1917 tarih ve 21 nolu nüshasında “Göz Yaşı Döktürten Cezire ” başlıklı makalesinde konuyu şöyle dile getiriyordu:
“Keşke ben bu cezireye (adaya) gitmeseydim. Keşke bir deri bir kemik bedenleri, sıfatsız yüzleri görmeseydim. Keşke “efendim su!” “efendim yemek!” “efendim giyecek!” sözlerini duymasaydım. Keşke çıplak, dudakları soğuktan titreyen, yüzleri morarmış, annesiz babasız küçücük çocuklarla konuşmasaydım. Keşke hastanelerde başları tuğlanın üzerinde can veren yiğitlerle karşılaşmasaydım. 1200 insan evladı bugün ölüm sırasında duruyor. 6 bini ise buna hazırlanıyor. Tifo mu, veba mı veya başka bir bulaşıcı hastalık mı bunları adaya kurban edecek?
Sadece açlık, susuzluk ve soğuk… Müslümanlar “efendim su!” diyerek gözlerinize baktığında sanki “Siz insan mısınız? İnsaniyete ait kanunlarınız var mı? Siz millet evladı mısınız? Zavallı millet evlatlarına cevabınız ne?” demek isterler. Her gün hastalar arasında vakit geçiren, türlü türlü hastaların inlemelerini duyan, onların son dakikalarını gören ben, kendimi tutamayarak ağladım… Ağlamamak mümkün mü? Emin olunuz siz de benim gördüğümü görseydiniz ve elinizden birşey gelmediğini düşünseydiniz, siz de benim gibi ‘Keşke bu adaya gelmeseydim’ derdiniz.”
Osmanlı esirleri anavatanlarından ayrıldıktan sonra, yollarda ve ulaştıkları Çarlık Rusyası coğrafyasında yaşayan Türk kardeşlerinden çok büyük ilgi ve yardım gördüler. Azerbaycan Türkleri “kardeş kömeyi” (kardeş yardımı) parolasıyla, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yardım çalışması başlattılar. Mesela Bakü’de çıkan İkdam gazetesi, 3 Mart 1913 tarihli nüshasında şöyle yazıyordu:
“Azerbaycan Türkleri Bakü’ye getirilen Osmanlı esirlerini görmek için istasyona akın ettiler. Onlarla konuşmak ve yardımcı olmak için büyük çaba sarfettiler. Fakat çoğu zaman Rus askerleri, halkı trenlere yanaştırmıyorlardı.”
Azerbaycanlıların kurdukları Milli Yardım Komiteleri, Nargin adasındaki esirlere gizliden, günlük ihtiyaçları için yardım ulaştırdıkları gibi, bazılarını da oradan kaçırarak anavatanlarına ulaşmalarına yardımcı oldular.
Esirler Sibirya Yolunda…
Nargin adası, Türk esirlerinin Kafkasya’da kaldıkları son nokta idi. Bundan sonra kalacakları asıl kamplara doğru, trenlerle hareket eden esirler, uzun bir yolculuk yapacaklardı. Tepluşki adı verilen yük vagonlarında yolculuk yapmak çok zordu. Vagonun iki tarafında, ranza tarzında iki tahta sıra uzanmaktaydı. Isınma, vagonun ortasındaki büyük demir sobayla sağlanıyordu. İçerisi dışarıdan çok farklı değildi çünkü yakacak yoktu. Soğuk vagonlarda aylarca süren yolculuk, hastalıklara sebep oluyordu.
Vagonların bir köşesine tuvalet ihtiyacının karşılanması için bir kova konmuştu. Esirler, tuvalet için konulan bu kovada sırayla çamaşır da yıkarlardı. Vagon penceresinden dışarı sarkıtarak çamaşırlarını kurutmaya çalışmak, eksi 30 dereceyi bulan soğuklarda son derece zordu.
Esirlerin bu soğuk vagonlarda karşılaştığı başka güçlükler de vardı. Mesela Moskova yakınlarında trenler dolusu Türk esiri, karantina olduğu gerekçesiyle kilitli vagonlarda haftalarca aç susuz bırakılırdı. Dışarı çıkamayan esirlerin çoğu açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan hayatını kaybediyordu. Yaşanan bu vahim hadise, “Ruski Slova” gazetesinde haber yapılmıştı. Esirlerin kamplara taşınmasında en çok trenler kullanıldı. Tren yolu bulunmayan bölgelerde kızaklar kullanıldı.
Rusya’da Esir Kamplarında Çileli Hayat
Rusya’da kamplara trenlerle ulaşan esirlerin feci hayatları ile ilgili Moskova Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünden Prof.Dr. Alfina Sıbgatullina şunları kaydediyor:
1914 yılının Aralık ayı sonlarında Samara’ya ulaşan ilk trenlerin birini karşılayan Samara Belediye meclis vekillerinden A.N. Naumov kendi hâtırâtında şöyle yazıyor:
“İlk vagonun sürgüsünü ve kapısını açtığımızda, biz hemen irkilerek geriledik; çünkü açık vagonlardan ayak ve kolları donmuş, gözleri açık kalmış birkaç ölü beden düştü. Sağ kalanların durumu da onlardan pek farklı değildi. Çoğunluğu tifüs hastalığından şuurunu kaybetmiş ve sayıklıyordu. Diğerleri koleradan bükülmüş, kangrenden ateşler içinde yanıyordu. Hastalık bulaşmamış olanlar ise hareketsiz halde bir köşeye sığınmıştı. Bazı vagonlar tamamıyla ölülerden ibaretti. Böyle ölü dolu vagonların şehrimize gelmesi, Samara halkını çok üzdü. Bazen vagonlardan çıkartılan cesetler istasyonda öylesine birikiyordu ki, belediye onları gömmeye yetişemiyor, bundan dolayı şehir dışında araziler kiralayıp Türklerin ölülerini orada istif ediyordu. Bu büyük ve korkunç istifler üzerine gazyağı dökülür ve orada yakılırlardı. Naaşlar derin çukura doldurulur ve gömülürlerdi.”
Her gün Samara’ya, esir Türklerle dolu dört tren geliyordu. Artık onları yerleştirecek yer kalmamış, şehirde bulunan boş büyük binalar, Dunayev fabrikası, demiryolu istasyonuna bağlı sebze deposu, yerlere saman döşenerek hasta esirlere bakım yeri olmuştu.
Dr. Tülin Uygur da, İsveç Devlet Arşivi’ndeki Kızılhaç kayıtlarına dayanarak, Türk esirlerin çektikleri sıkıntıları şöyle dile getiriyor:
“1917 yılında esirler, Murmansk ve Karadeniz demiryolu inşaatlarında insafsızca çalıştırıldılar. İklim şartları ve hastalıklardan dolayı buralarda günde 30-40 esir ölmekteydi. Hem subay hem de erlerin geçici kalma yeri olarak kullanılan ve aydınlatmanın da çok yetersiz olduğu barakalarda duvara gömülü fayans soba vardı. Bir kampta, dışarısı eksi 40 derece soğukken, şu garip yazı göze çarpmaktaydı: Fayans sobalar ısınma için değil havalandırma içindir, esirler kendi ısılarıyla ısınmalıdır.”
Kampta, on esir aynı kapta yemek yiyordu. Herkesin kendi kaşığı olmadığı için eski konserve kutularından kaşıklar yapılmıştı. Revirde bazen et dağıtımı yapıldığında, hasta bakıcı bir Rus asker, yatakların arasında dolaşırken birer parça eti yatakların üzerine atıyordu.
Uzun süre değiştirilmeden kullanılan elbiseler, rutubet ve pislik sebebiyle parçalanıyordu. Esirlere elbiselerini onarabilmeleri için iğne, iplik; yama yapabilmeleri için kumaş verilmediğinden, Sibirya’nın korkunç kış şartlarında yarı çıplak dolaşan savaş esirleri, yürekleri parçalıyordu. Bir kısmının paltosu, çoğunun da ayakkabıları yoktu. Ayaklarını saman ve paçavralarla sararak, soğuğa karşı korumaya çalışıyorlardı.
Hemen bütün kamplarda bit, pire gibi haşereler esirlerin vücudunu sarmıştı. Sabah akşam vücudunda ve elbiselerinde bit ayıklayan esirlerin görüntüsü o kadar tuhaftı ki, kimseye haber vermeden teftişe çıkan İrkut kampındaki general, esir barakasındaki bütün esirleri tuhaf bir şekilde bit ayıklarken görünce hemen “bit ayıklama” yasağı getirdi.
Toplu Ölümler Yaşanan Kamplar
Toplu ölümlerin meydana geldiği kamplardan birisi de Stretensk kampıdır. Bu kamp, Baykal gölünün doğusundadır. Burada çoğu yarı çıplak olan esirler, üzerine, yatak olarak kullanılan saman dahi serpilmemiş, çıplak demir karyolalarda üst üste yatmaktaydılar. Kampın su ihtiyacını karşılamak için, kış kıyafetleri olmadan, zorla su taşımak üzere nehre gönderilen esirlerin el ve ayakları donarak kesiliyordu.
Türk savaş esirlerinin bulunduğu Samara eyaletine bağlı Totskoye kampı da toplu ölümlerin yaşandığı ve hayat şartlarının çok zor olduğu meşhur bir kamptı. Hava sıcaklığının eksi 50 dereceye ulaştığı kampta, yatak yapmak için saman, yakacak odun, su ve banyo bulunmaması, ilaç ve tıbbî malzemelerin yokluğu her türlü hastalığa sebep oluyordu.
Doktorlar, birkaç gün ömrü kalanları “az hasta”, birkaç saatlik ömrü kalanları “ağır hasta” ve nefrit, tüberküloz, dizanteri, kangren, lekeli humma, çiçek hastası olmayan herkesi de “sağlıklı” olarak ayırıyorlardı. Daha sonra karantina odasına götürülecek hastalar karın üzerinde bırakılıyordu. Saatlerce karın üzerinde yığılıp kalan bu zayıf vücutları, bir süre sonra bir kızak, çukura atmak üzere gelip götürüyordu.
Günde 100-350 esir ölmekteydi; fareler ve köpeklerin kemirdiği istiflenmiş 2500 ölü, gömülmeden bekletiliyor, sonra kızaklara yükleniyordu, yükü iple kızağa bağlandıktan sonra ölülere mezar kazmakla görevli esir arkadaşları bu yükün üzerine oturuyordu. Bunu nasıl yapabiliyorlardı..? Dışarıdan birisi bu soruyu sorabilirdi. Ama kampta kimse bu ceset yüküne bakmıyordu bile. Burada düşünce, duygu, mantık tamamen donmuştu. Herkesin tek arzusu, ölümün bir an önce gelmesiydi. Bu kampta kısa süre içinde, 25 bin savaş esirinin 17 bini ölmüştü.
Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Erkan Özoral’ın Nargin Adasını Ziyareti
Geçtiğimiz sene Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Erkan Özoral ile askerî ataşe Tuğgeneral Zafer Ocak, Azerbaycan Deniz Kuvvetlerine ait askerî bir gemi ile adayı ziyaret ettiler. Büyükelçi ziyaretten sonra şunları söyledi:
“Burası, Hazar Denizi ortasındaki Bakü açıklarındaki Nargin adası. Birinci Cihan Savaşı sırasında Ruslar tarafından Anadolu’da esir alınan ama özellikle Sarıkamış’ta donarak şehit olmaktan kurtulup da Rusların eline esir düşen askerlerimizin getirilip esir tutuldukları bir kamp. Şu anda da, askerlerimizin toplu olarak büyük ihtimalle öldürüldükleri bir sahada bulunuyoruz. Buraya 12 bin ile 20 bin esirin getirildiği söyleniyor. Bizler tarihten büyük dersler çıkarmamız lazım. Ders çıkarmak için de neler yaşadığımızı bilmek lazım. Sarıkamış’tan esir alınan askerlerin buraya getirilmelerini ve birçoğunun da buradan Sibirya’ya götürülmelerini biz yeterince bilmiyoruz. Özellikle genç nesillerin bu yaşananları öğrenmeleri ve iyice bilmeleri lazım ki biz bir daha bu felaketleri yaşamayalım.”
Bakü Büyükelçimiz Sayın Erkan Özoral’ın Nargin adasını ziyaret ettiği gibi, sayın Moskova Büyükelçimiz de, (Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünden Prof.Dr. Alfina Sıbgatullina’nın yukarıda bahsettiği) yüzlerce Türk esirin yakılarak gömüldüğü, Samara şehri belediye yetkililerini ziyaret edip oraya bir âbide dikilmesine vesile olursa, şehitlerimize vefâ borcu ödenmiş olur.
Kaynaklar:
1) Ana Ben Ölmedim -I. Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri- Prof. Dr. Cemaleddin Taşkıran
2) I. Dünya Savaşı’nda Esir Türkler – Dr.Tülin Uygur
3) Nargin -Sarıkamış/Kafkasya Cephesi Esirlerinin Dramı- Akif Aşırlı
4) Tarih-i Hayâtım – Başkâtipzâde Ragıp Bey
5) Harp ve Esaret -Doğu Cephesi’nden Sibirya’ya- Halil Ataman
6) Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları -Sarıkamış’tan Esarete- Sami Önal
7) Uluslararası Türk Savaş Esirleri Sempozyumu Bildiri Kitabı – Marmara Üniversitesi
8) www.turkalemiyiz.com