A
hmed Yesevî ismini her Anadolu Türkü gibi ben de daha küçük yaşımda işitmiştim. Hayatını anlatan bir kitaptaki meşhur hâdise bana çok tesir etmişti. Ahmed Yesevî 63 yaşına geldiği zaman, Resûlullah efendimiz o sene âhireti teşrif ettiklerinden, bu yaştan sonra yeryüzünde bulunmayı kendisine münasip görmeyip yer altında kendisine mahsus bir hücre yaptırmıştı. Oraya merdiven ile inilirdi. Vefatına kadar orada ibadet ve tefekkürle meşgul oldu. Talebelerine ilim öğretmeye de orada devam etti. Kendisini vefat etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşu ile ibâdetlerini yaptı. Burada manevî dereceleri daha da arttı. Bu peygamber sevgisi ve edep doğrusu insana tesir etmeyecek gibi değildir.
Pir-i Türkistan
Anadolu’da Ahmed Yesevî’nin ismini duymamış kimse neredeyse yoktur. Türkistan’ın Sayram şehrinde doğmuş olmakla beraber, şimdi Kazakistan sınırları içindeki Yesi’de yaşayıp hicrî 562, milâdî 1166 yılında vefat ettiği için Yesevî lakabıyla anılmaktadır. 7 yaşından 50 yaşına kadar kavuştuğu ilahi tecellileri gayet edibâne bir lisanla anlattığı Divan-ı Hikmet, Sultan Hamid tarafından bastırılmıştır. Yesi şimdi Türkistan diye anılır ki, bu isim Pir-i Türkistan’dan gelir.
Hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed Hanefiyye’nin soyundan gelir. Baba ve dedesi de şeyh idi. Çocuk yaşında anne ve babasını kaybetmiştir. Daha o yaşlarda büyük bir manevi rütbeye namzet idi. Arslan Baba’dan, sonra da Baba Yusuf Hemedânî’den yetişerek zamanının sayılı âlim ve velilerinden oldu. Nihayet Pir-i Türkistan namıyla anıldı. Emîr Timur’un rüyasına girerek ona zafer müjdeledi. O da şeyhin kıymetini bilerek üzerine muhteşem bir türbe yaptırdı. Türbe en son reisicumhur Turgut Özal zamanında Türkiye’nin katkılarıyla tamir edilmiştir.
Gazâ ruhu
Osmanlı Devleti’nin kuruluş misyonu, Avrupalı tarihçilerin de beyan ettiği gibi, gaza ruhudur. Bütün mücadeleler, ganimet almak veya toprak fethetmek için ya da siyasi hâkimiyet kurmak değil, i’lâ-i kelimetullah, yani Allah’ın adını her yerde duyurmak olarak cereyan etmiştir. Bunu yaparken de bu topraklara yerleştireceği halkın, yüksek seviyede medenî ve ahlâkî prensiplere sahip olmasını mühimsemiştir.
Orta Asya’dan Anadolu’ya hicret eden Türk boyları arasına tasavvuf erbabı da vardı. Türk boyları Anadolu ve Rumeli’de yurt tutarken, evvela ibadetlerin ifası için mabed ve manevî irşad için tekkeler inşa edilmiştir. Tasavvuf kültürü ile yoğrulmuş bu cemiyetin, devletin gaza ruhu misyonuna hizmet edeceği düşünülmüştür.
Anadolu ve Rumeli’nin her köşesinde kurulmuş köylerde faaliyet gösteren tekkeler, Ahmed Yesevî’nin manevî mirasını sonraki nesillere naklettiler. Tasavvuf, İslâmiyetin özüdür. Bu terbiyeyle yetişen insanlar, sağlıklı bir cemiyet teşkil etmiştir. Türklüğün başına asırlar boyu gelmeyen kalmadığı hâlde, işte bu sağlıklı cemiyet sayesinde bugün bile ayakta kalmayı bilmiştir.
Tasavvuf bilhassa Moğol istilasının ardından cemiyette yaşanan inhilali (çözülmeyi) önledi. Moğol istilasının yıktığını, tasavvuf ve tarikatler toparladı. Bunların ekseriyeti Ahmed Yesevî’nin talebeleri ve takipçileriydi. Anadolu’nun en ücra dağ köylerinde bile Yesevî dervişleri dergâhlar kurup, halkı irşad ettiler.
Müslüman mücahidlerin harb yoluyla yapmaya çalıştıkları hizmeti, Ahmed Yesevî ve talebeleri tasavvuf yoluyla çok daha kolayca yaptı. Zira Yesevîlik, hem İslâmiyete sıkı sıkıya bağlı bir yoldu; hem de Türk kültürünün bünyesine uygundu. Bilhassa Türklerin çok sevdiği şiirlerle, hikmetlerle kalblere girmeye muvaffak olmuştur.
Anadolu İrfanı
Türk tarihçisi Fuad Köprülü, eserlerinde uzun uzun Ahmed Yesevî’den bahsetmiş; şair/mutasavvıf Yunus Emre’yi onun Anadolu’daki halefi olarak vasıflandırmıştır. Ahmed Yesevî gibi tasavvuf literatürüne göre bir mürşid olmamakla beraber, Yunus Emre, lirik şiirleriyle Anadolu tasavvufunda Divan-ı Hikmet an’anesinin yerini tutmuştur. Yesevî’nin şu nazmı meşhurdur:
Aşkın kıldı şeyda meni/Cümle âlem bildi meni
Kaygım sensen dünü güni/mene sen ok gereksen
Yunus Emre’nin aşağıdaki nazmı buna çok benzer:
Aşkın aldı benden bene/Bana seni gerek seni
Ben yanaram dünü güni/Bana seni gerek seni
Köprülü’ye göre, Türkler arasında İslâmiyetin yayılıp yerleşmesi, Türkistan’da başlayan ve Anadolu’da devam edip tamamlanan bir safahata sahiptir. Şu hâlde Türkistan tasavvufu, bilhassa Ahmed Yesevî, Anadolu irfanının nüvesini teşkil eder. Anadolu’ya gelen ve Horasan Erenleri diye tanınan Türkistanlı dervişler vasıtasıyla İslâmiyet burada kök salmıştır.
Bunların bir kısmı İranlı sufi Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın takipçisi Melâmîler; bir kısmı Belhli Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin talebesi Mevlevîler; büyük bir kısmı da Yesevi dervişleridir. Vilâyetnâme’ye göre, Horasanlı Hacı Bektaş Veli’nin hocası Şeyh Lokman-ı Perende, Türkistan’ın doksan dokuz bin pirinin piri Hace Ahmed Yesevî’nin halifelerindendir. Ayrıca Nakşibendî tarikatı üzerinde de yol yakınlığı sebebiyle Yesevîlik izlerinden söz edilebilir.
Manevî mimarlar
Anadolu’da ve Rumeli’de çok popüler olan Hacı Bektaş Veli, Kaygusuz Abdal, Sarı Saltuk, Barak Baba, Taptuk Emre, Yunus Emre, Geyikli Baba, Kumral Abdal, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Seyyid Harun gibi zatlar, Ahmed Yesevî yolunun takipçisi olarak kabul edilmiş ve onun hatırasını bu coğrafyada sürdürmüşlerdir.
Hatta içlerinden Baba İshak gibi bazı nâkısların çıkarttığı kargaşadan dolayı, üzerlerindeki töhmeti def edebilmek adına Vefaiyye dervişleri, ezcümle Şeyh Edebali de Yesevîlik’e nisbet etmişlerdir. Bütün bu zatlar, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da manevî mimarlar olarak rol oynamışlardır.
Yesevîlik’i, şer’î kaidelere lakayt, dergâhlarda kadın-erkek bir arada âyin yapan heteredoks (gayrı sünnî) bir tarikat gibi göstermeye çalışanlar varsa da, işin aslının böyle olmadığını Divan-ı Hikmet okuyanlar da, Yesevî menâkıbından haberdar olanlar da iyi bilmektedir. Bilhassa basit halk tabakasına ve sıradan dervişler arasında tesir icra eden Şiî-Bâtınîlik de Ahmed Yesevi’nin güçlü Ehl-i sünnet vurgusu karşısında kök salamamıştır.