smanoğullarının
15. asır hânedân târihçisi Beyâtî’ye göre, Osman Gâzî, Mete’nin 46. kuşak
torunudur. Mete de Alp Er Tunga’nın 13. kuşak torunu olduğuna göre Ertuğrul
Gâzî Alp Er Tunga’nın 58. kuşak ve Mete’nin 45. kuşak torunu oluyor.Türkler
soylarına o kadar bağlıdırlar ki, rivâyete göre Süleyman Şah (asıl adı
Kayıhanoğlu Gündüz Alp Bey ) Câber yakınlarında Fırat’ı geçerken boğulmuştur ve
“Türk mezarı” denen yere
gömülmüştür. Burası Osmanoğullarınca ve Türklerce en millî yerlerden biri
sayılmıştır. Öyle ki Sûriye içinde kaldığı hâlde 1923’te Lozan Antlaşması’na
göre Fransa tarafından Türkiye’ye bırakılmış ve burada Türk bayrağı çekmek ve
Türk askeri bırakmak hakları tanınmıştır. Osmanlı’da Türkler ve diğer tebaa,
(Müslüman olmayandan alınan vergi) hâriç, aynı haklara sâhiptir.
Türklerin
ayrıca imtiyazlı olmalarının tek sebebi Türkçedir. Türkçe bilmeyenin Müslüman
da olsa devlette görev alması mümkün değildi. Yemen’de de, Macaristan’da da,
Habeşistan’da da, Cezâyir’de de tek resmî dil Türkçeydi. Hânedânın çok saf bir
Türk menşei olan Kayı Boyu’ndan ve Karakeçili aşîretinden gelmeleri ve dâimâ
bununla övünmeleri Türklüklerini muhâfaza etmeleri bakımından çok önemliydi.
Pâdişahların
tamâmına yakını Arapça ve Farsça bilmelerine rağmen bu dillerle konuşmayıp
yalnız Türkçe konuşmaları da mühim bir unsurdur. Pâdişahla muhâtap olmak
isteyen halk da Türkçe bilmek zorundaydı. Öyle ki bu konuda çok hassas olan II.
Abdülhamîd’le daha yakın olabilmek için Türkçe öğrenen sefirler olmuştur.Devletin
bütün eğitim, kültür, adâlet ve diğer mekanizmasını mutlak olarak elinde tutan
ilmiye sınıfında Türk olmayan Müslüman kavimlerin nispeti hiçbir devirde 10’ da
1’ i bulmamıştır.
İlmiyye sınıfında fıkıh ve tefsir dersleri
bile Türkçe okutulurdu. Tabîî ki dînî terminolojinin aslî dili Arapça olduğu
için ilmiye sınıfı Arapça ve Farsçayı iyi bilir, duâ metinlerini Efendimiz’in
kelâmı gibi de okurlardı. Halk içinden yaptığı duaları şüphesiz kendi diliyle,
yâni Türkçe yapardı. Osmanlı soyu, asıllarını hiç unutmadı; Türklüklerini hiç
inkâr etmediler. Aslâ küçümsemediler.
Yıldız
Sarayı’nda bir Türk bahçıvanı “Pis Türk”
diye azarlayan Arnavut tüfekçi subayının sözünü pencereden duyup başını
uzatarak “Ben de Türk’üm” diyen II. Abdülhamîd’in karşısında subayın ödü
kopmuştur.Osmanlı Devleti 1400’lü yıllardan sonra artık eski kabîle topluluğu
değil bir cihan devleti olmaya başladı. Bünyesindeki gayr-i Türk ve gayr-i
Müslim tebaa genişledi. Bunların idâresi için devlet mesûliyeti yüklenmeleri
gerekiyordu. Bunlara kilit noktalar hâriç, önemli görevler verildi.
Padişahlarınların
ve halkın ataları önceleri Orta Asya geleneğiyle Alp, Tigin, Savçı, Gündüz,
Sungur gibi isimler koyarlardı. Karahanlı, Gazne ve Büyük Selçuklularda bu
uygulama bir İslam adıyla geleneksel hâle getirildi. Abdülkerim Satuk Buğra,
Muhammed Alpaslan vb. gibi Sonra bu gelenek unutuldu.