oca, leyleği yakalamış, ayaklarını, gagasını kesmiş… Sonra şöyle elinde tutup bakmış ve demiş ki:
— Şimdi kuşa benzedin!
Türkçemiz de böyle oldu… Arapça ve Farsçadan Türkçeleşmiş kelimelere karşı açılan mânâsız ve amansız bir savaş dili dilsiz hale getirdi… O kadar ki birçok yeni dil konuşkanlarının söylediklerini kimse anlamıyor. Belki kendileri de!.. Böylece anlaşmamız zorlaştı.
Ben, parlâmentoda ve siyasî alandaki anlaşmazlıkların birçoğunu bu dil dâvasına bağlıyorum.
İşin iki kötü tarafı var:
Birisi ana dilimizi müdafaa edenlere milliyetsiz ve emperyalist (o da neden bilmem!) diyorlar. Ben böyle hamiyet ve milliyet savcılarına çok içerlerim. Türkiye’de her zaman böyle fodullar çıkmıştır. Yalnız kendisi Türk, yalnız kendisi milliyetçi, yalnız kendisi hamiyetli!.. Ötekiler ıskarta! Nasıl da böbürlenirler…
İkinci kötü taraf, herkes dil husûsunda yetkili. Herkes kelime üretebiliyor ve herkes bir kelimeyi alıp ötekini atıyor… O zaman dilimiz yangın yerine dönüyor.
Bunun düzelmesi için bir dil akademisi ve akademik dil çalışmaları lâzım. Tâ ki birisi bu işe sahip çıksın!
Bir Azerî tanışımız var. Kendisi aslında yazar ve gazetecidir. Şimdi acentadır.
— Men Türkçenin bu hale gelmesine çok müteessir olmuşam. Siz (yani biz Türkiye Türkleri) dünyadaki Türklerin biribirinden gopmasına sebep olursuz! İran’da on iki milyon, Rusya’da kırk milyon Türk var. Bular sizin uydurduğunuz kelimeleri anlamırlar. Radyolarızı dinlemirler, kitaplarızı okuyabilmirler. Vazgeçin bu tahribattan.
Ne diyebilirdim., bu şekil şekvaları ben başka Azerîlerden, hattâ Rus tebaası olanlardan da dinledim. Ne var ki Ruslar için Türkçe Türkye’de Türklerin kullandıkları bir dildir. Rusya’daki milyonların kullandıkları diller Özbekçe, Kazakça, Uygurca vesairedir. Böylece bu kavimlerin konuştukları dilin Türkçe olduğunu söylemezler. Hâlbuki bunların dili ufak tefek diksiyon ve kelime farklariyle Türkçedir.
Bu kelime anlaşmazlığı genişleyerek hepimizin bildiği tâbirlerin nerelerde kullanılır olduğunu unutturacak hal alıyor… O zaman kendi kendimizi dilimize yabancı yapıyoruz. Buna misal olarak size bir okuyucu mektubu sunuyorum:
Sayın Felek,
Ankara Radyosu değerli sanatkâr Halil Bedii Yönetken’i tâzizen, yanılmıyorsam, vefatının ertesi günü hususi bir program yayınladı. Merhumun hayatını öğrendik; seçme eserlerini dinledik, bu kayıptan acı duyduk. Ancak acıya bir ikincisi eklendi. Zavallı üstadın mersiyesi şöyle bitti: Toprağı bol olsun… (Bir okuyucunuz)
Belki bu mektubun neden şikâyet ettiğini birçokları anlamayacaklardır… Çünkü radyo spikeri ve radyo idaresi bunu bilmezlerse başkalarının bilmesine sebep yok.
Malûm ola ki ölenlere ait tâbir ve dualarda bazı farklar vardır, ölen kimse müslüman ise “merhum” denir, İslâm değilse “müteveffa” denir. Ve Müslümana “Allah rahmet eyleye” diye dua edilir, müslim olmayana da “toprağı bol olsun” denir.
Biz lâikliği buralara kadar sirayet ettirince pek tabiî olarak, tepkiler oluyor. Bir radyo idaresinin bilerek, bilmeyerek bu hatayı yapması, hitap ettiği kitlede menfî tesirler yapar. Bunu düzeltmek lâzımdır. Düzeltmezlerse düzelttirmek gerekir. O zaman da:
— Biz özerk bir kuruluz… Anayasa bizi korur! diye cevap vermek abes olur. Anayasa hiçbir zaman hatayı himaye etmez. Sen bu kadar cahil olursan anayasa korusa ne olur, korumasa ne olur?
Biz bunları yazdıkça Radyo idaresi vurdumduymazlıkta ısrar eder. Böylece kanunî zırhın içine girerek fonksiyonunu lâyıkı veçhile yapmaz. Halbuki Radyo İdaresi bir âmme hizmeti görmektedir. Bunu da en iyi şekilde görmekle, yani Türkçeyi iyi konuşup yanlış yapmamakla mükelleftir.
Ben hâlâ şaşarım: Radyonun başındakiler ve Yönetim Kurulundakiler bunları görmüyor, duymuyor ve bunlardan rahatsız olmuyorlar mı?.. Bunların çoğu okur-yazar düşünür kişiler!..
Burhan Felek