anınmış gazetelerimizden biri, tâ manşetinde acı bir haber gibi:
“-Boğaz Köprüsü Îhale Oldu” diye yazıyor. İlk duygunuz üzüntüdür:
“-Acaba Boğaz Köprüsü’nün başına bir hal mi geldi?-“ diye ürperiyorsunuz. Sonra Boğaz Köprüsünün henüz yapılmamış olduğu için bir kazaya uğraması imkânı olmadığını düşünüp ferahlıyorsunuz.
Aslında kaza, köprünün başına değil, Türkçenin başına gelmiştir. Olanlar dilimize olmuştur. Gazeteci arkadaş:
“-Boğaz Köprüsü Îhale Edildi veya Edilecek– yazacağı yerde kestirmeye getirip “ İhale oldu! deyivermiştir. Sırf gazeteci dilinde mi? Resmî ve edebi dilde de hergün Türkçeye kıyılmaktadır.
Yeni imlâ buyrultusuna göre artık “kalb” ile “kalp“ı, “kar” ile “kâr” ı ayırt edemeyeceğiz. Fransızca “honneur” dan Türkçeye “izzetinefis” mânasiyle ve “onur” şeklinde 150 yıl kadar önce girmiş olan kelime, Dil Kurumunun fetvasıyla “şeref” yerine kullanılmaktadır.
“Cumhurbaşkanı şerefine bir yemek verildi” yerine “Cumhurbaşkanı onuruna…”denilecektir.
“İzlemek” nedir? Takib etmek mi, peşinden gitmek mi, kovalamak mı, seyretmek mi, dinlemek mi? Askerî dilimizde “gizli düşmanı sabırla arayarak bulmak” avcı sözlüğünde “av hayvanının peşinden onu ürkütmeden gitmek” mânâlarına kullanılan bu sözü mal bulmuş mağribi gibi yedi-sekiz yere birden sokuyorlar:
Konferansı izlemek (dinlemek) piyesi izlemek (seyretmek) hırsızı izlemek (kovalamak) kaybolan şapkayı izlemek (aramak) bir yazarı izlemek (onun yazılarını okumak) Atatürk’ü izlemek (onun yolunda olmak). Bütün bunlar niçin? Altı kelimenin ince mânâ farklarını (nüanslarını) yok ederek, hepsini tek kelime ile ifade etmek neden?
Dil barbarlığı, kelime kıyımcılığı ile “esperanto” yapmak için mi? Şunu herkes bilir ki, dilde zenginlik demek, nüans kelimeler bolluğu demektir. “Yürek, kalb, sine” Türkçede aşağı yukarı aynı mânâlara gelir ama aralarında nüans vardır. “Yüreksiz, gönülsüz, kalbsiz” kavramları arasındaki umman kadar farkı bir düşünün.
“Şeref ve onur “.. Biri Arapça, öteki Frenkçe ama ikisi de dilimize yerleşmiş. Herkes biliyor: “Onurlu adam” başka, “şerefli adam” başka. O halde bunlar aralarında nüans belirmiş iki kelimedir. Sen ne hakla birini Türkçeden atmaya kalkar, ötekine de halkın verdiğinden ayrı Fransızca bir mânâ bildirirsin? Sen, Türkçeyi korumaya, sevdirmeye, düzeltmeye, yaşatmaya, görevli kurum, bunu yaptınmıydı, el oğlu da çıkar “ihale oldu ” yazar; “aniden” (ansızın, ani olarak) yazar, “taşıt aracı ” (taşıt) yazar.
Daha misal mi ararsınız? Bilir bilmez her dilde, her kalemde bir “bunalım” dır gidiyor? Ne demek “bunalım”? Türkçe “bunalmak” fiilinden yapılmış, iyi hoş. Ama mânâsı ne? Kişinin (bir insanın) çok sıkılması, canından bezmesi, dünyayı kara görmesi. Bu olsa olsa Fransızca hem psikoloji, hem şiir terimi olan “angoisse” karşılığı olabilir ki iyidir, gereklidir de.
Fakat bir kere bu kelimeyi yaptık ya, durur muyuz? Hemen Türkçesi “buhran” kelimesini atıp bunalımı her yere sokuşturuyoruz: Oysa “buhran” Fransızca “kriz” karşılığıdır. Bunalımın ferdî mânâsına karşılık “buhran” bir toplulukta, bir kavramda bunalış, sıkıntı demek olur. Nitekim:
“Ortadoğu bunalımı” değil “Ortadoğu buhranı“, “iktisadî bunalım” değil “iktisadî buhran” demek gerekir. Nasıl ki “ruh buhranı“, “sinir buhranı” yerine de “ruh veya sinir bunalımı geçiriyor” demek daha doğru olursa…
Görülüyor ki zavallı Türkçemiz sahipsiz, bekçisiz, herkesin girip bozduğu çitsiz üzüm bağına dönmüştür. Korusun diye “mütevelli” yaptıklarımız, sürüsüne kurt sokan çoban gibi onu yedirmiş, çiğnetmiş ve bile bile telef etmişlerdir. Türkçeyi kendi elleriyle bozanlar, elbette daha beter bozanlara ses çıkaramaz, laf dinletemezler. Hattâ el altından bozgunculuğu teşvik ederler.
Kurtuluş yolu: hemen bir “Dil Akademisi ” kurarak, Türkçenin bakımını sağlamak, düzenini, üslûbunu kurtarmaktır.
Ahmet Kabaklı