unu hemen belirtmeliyiz ki, Türkçenin tasfiyesini belli bir derneğin, bakanlığın, hükümetin yürüttüğü planlı bir faaliyetten ibaret saymak yanlış olur.
Türkçenin kaybolması memleketimizdeki yaygın cehaletin eseridir. Herhangi bir Batı ülkesinde devlet bütün kuvvetlerini seferber etse, yine de masa başında uydurulmuş bir dili kimseye kabul ettiremez; çünkü oralarda böyle bir teşebbüse karşı ilmi, kültürü ve aklıselimi temsil eden kuvvetli çevreler vardır.
Artık aydınların da kitlelerin de dili öğrendikleri yer kitle haberleşme vasıtalarıdır; herkes televizyon dilini konuşur hale gelmiştir, çünkü haberin de bilginin de esas kaynağı televizyondur. Gazete bile televizyonun karşısında herkesi ilgilendirmeyen bir ihtisas organı gibi görülmektedir.
Bu yaygın cehaletin henüz televizyon çıkmadan önce, gazete ve dergiler bu kadar çoğalmadan önce tohumları atılmış bulunmaktadır ki, bu da Türkiye’nin eğitim ve kültür politikasına musallat olmuş bulunan bir medeniyet anlayışıdır.
Türkçenin yıkılıp gitmesi olayını Türk kültürünün ortadan kaldırılması hareketi olarak gösterdiğimiz zaman, çokları bunu bir aşırı suçlama sayıyor hattâ bizim vehimli düşündüğümüzü zannediyorlar. Fakat uydurmacılığın ve tasfiyeciliğin temsilciliğini yapanlar kendi hareketlerinin sebebini açıkça bir medeniyet ve kültür değişmesi halinde izah etmektedirler.
Onlara göre bugün bizim Türkçe dediğimiz şey Türklerin İslâm medeniyeti içinde iken geliştirmiş oldukları bir dildir. Türkiye Cumhuriyetle birlikte bu medeniyetten çıkmış olduğuna veya çıkması gerektiğine göre, eski kültürün taşıyıcısı olan dil de elbette bırakılacaktır.
İşte biz “Türklüğün bunca kültür eseri yeni nesiller tarafından anlaşılmıyor” diye yakınırken, tasfiyeciler bizim bu fikrimize katılıyorlar, gerçeğin böyle olduğunu inkâr etmiyorlar. Onlar sadece “doğru olanın bu” olduğunu, yani geçen nesillerle aramızda hiçbir anlaşma ve irtibat kalmadığı zaman Türkiye’nin “modern” bir ülke olacağını iddia ediyorlar.
Bu düşünce Türk kültür eserlerinin yabancı bir millet hakkında yabancı bir dilde yazılmış eserler gibi görülmesine ve yabancı dil eserleri gibi “tercüme” edilmelerine yol açtı.
Türk tarihinin son yediyüz yılı içinde hiçbir eserin sadeleştirildiği veya “günün diline uyarlandığı” görülmemiştir. Meşrûtiyet devrinin aydınları ne ikinci Murad veya Fatih devrinin, ne onaltıncı ve onyedinci yüzyılların eserlerini sadeleştirerek okudular. Onların öğrendikleri, kullandıkları Türkçe en az üç-dört yüzyıl öncesinin eserlerini rahatlıkla anlamaya yetecek derecede bir dil ve kültür devamlılığı ifade ediyordu.
Bugün biz modern Türkçenin mimarları arasında saydığımız Reşad Nuri’yi bile sadeleştirerek, yani uydurma dile çevirerek okuyoruz. Bugün pek çoğumuzun hayatta tanımış olacağı kadar yakın tarihin adamı olan o sade ve güzel dilli Reşad Nuri bugünün diline çevrilmiştir.
Hiç şüphesiz ayni Reşat Nuri -eğer okuyacak kimse çıkarsa- on yıl sonrasının diline de ayrıca “uyarlanmak” zorundadır, çünkü on yıl öncesinin Türkçesi bugün nasıl maziye karışıyorsa, on yıl sonra da bugünkü Türkçe mazi olacaktır.
Dili tasfiye edenler henüz rejimi de sımsıkı ellerinde tuttukları bir zamanda uydurmacılık yerine meselâ mevcut Batı dillerinden birini resmî dil olarak kabul etseler, bütün yeni nesilleri o dille yetiştirmeye çalışsalardı, belki bu kadar vahim bir kültür buhranı içinde olmazdık.
En az kırk yıl uğraştıktan sonra henüz istikrarlı, yani on yıl sonra devam edeceğinden emin bulunduğumuz bir dil kurmuş değiliz; öyle olsa bile, bu dilde okuyup istifade edeceğimiz bir tek değerli eser mevcut değildir.
Bu dilin târihi, edebiyatı, folkloru, ilmi, felsefesi, metafiziği, hiçbir şeyi yoktur. Bu dilin sahibi olan bir millet, insanlığın binlerce yıllık macerasına yeni başlıyor demektir.
Üniversite hocalarının her gün şahit oldukları gibi, bugün Türkçeyi en iyi bilenler kolejlerde okumuş olan öğrencilerdir. Öyle ki, bunlar arasında evinde başka bir dil konuşulan azınlık vatandaşlarımızın çocukları da devlet liselerinden gelen çocuklardan daha iyi Türkçe konuşmakta ve yazmaktadırlar.
Bu farkın bütün sebebi birinin öbüründen daha ihtimamlı bir eğitim görmesinden ibaret değildir. Yabancı okullarda okuyanlar bir medeniyet dili öğrenerek sağlam bir dil şuuruna varmaktadırlar; onlar bir dilin neleri nasıl ifade etmesi gerektiğini biliyorlar, Türkçeyi kullanırken de yabancı dilde gördükleri ölçülere uymaya çalışıyorlar.
Bizim eğitim hayatımıza hakim olan uydurma dilin öğrencilerimize verdiği şuur ise şudur; her türlü ilim ve kültür beş-altıyüz kelimelik bir lügatçe içinde anlaşılabilir, eğer anlaşılmıyorsa bunun sebebi yabancı kelimeler kullanılmasıdır.
Bugün Türkiye’deki akademisyen kadrosu, büyük çoğunluğuyla, daha önceki nesil ayarında bir başarı göstermiş değildir. Bizim hocalarımız bizden daha parlak insanlardı ve bu üstünlüklerinin en büyük sebeplerinden biri sağlam bir dil bilmeleri, bu dilin verdiği bir kültür temeli üzerinde faal olarak tesir göstermekteydiler.
Prof. Dr. Erol Güngör