Geçen gün bir gazetede “Dünyada ne var, ne yok?” başlığı altında şu haberi okudum. Çekoslovak sinir hastahanelerinden birinde bakım gören bir hasta, tam 16 tane uydurma dil uydurmuş, bunların gramerlerini, sözlüklerini yapmış ve hatta bu dillerde şiirler bile yazmıştır.
Sözlüklerden birinde tam 10 bin kelime olduğunu düşünürseniz, harcanan emeğin büyüklüğünü anlamış olursunuz. Bu hasta, uydurduğu dillere gene uydurma memleket adları takmış ve bu dillere İncil’den parçalar tercüme etmiştir.
Yalnız hayalinde yaşayan “Hesperid Cumhuriyeti” için de bu akıl hastasının büyük bir demiryolu planı vardır. Tarifeler, olağanüstü ince bir hesapla yapılmıştır. Akıl hastahanesinin idarecilerine bakılırsa, hasta, hemen hemen bütün Avrupa dillerini ve bu arada Japoncayı da iyi biliyormuş!
Gazete bu havadisin kahramanını bir “akıl hastası” yâni deli olarak kabul ediyor. Bence hiç öyle değil, bu adam 16 tane dil uydurmuş, hattâ bu dillerde şiirler bile yazmış.
Bizim doğru-dürüst bir tanesini bile uyduramadığımıza göre anlaşılıyor ki, dil uydurmak zannolunduğu kadar kolay bir iş değildir. O halde bu adamı bulunduğu hastahaneden buraya davet etmeli ve ondan bizim “Öztürkçe” dediğimiz bu “uydurmasyon” lisanı her fikri ifade edebilecek bir hâle koymasını rica etmeli.
Biz altı asırdır konuştuğumuz Türkçeyi bugünkü çöküş hâline neden getirdik?
Sebep gayet basittir: Biz dilimizde yabancı, bilhassa Arap ve Fars kelimeleri istemiyoruz. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca olursa zarar yok. Fakat Arapça ve Farsça olmasın.
Hâlbuki lisan, bir konuşmak, anlaşmak, fikrini muhatabına anlatmak vasıtasıdır.
Dünyanın bütün lisanları kendilerini bunlardan zayıf görürlerse başka dillerden aldıkları kelimeleri benimserler, kendi kaidelerine uydururlar, o kelime menşeini kaybeder, girdiği milletin mah olur.
Şimdi “Osmanlıca” dediğimiz Türkçe de böyle olmuştu. En güzel lisanlar, en zengin olanlardır.
Arapça ve Farsça dahi güzelleşmek, genişlemek, zenginleşmek için başka lisanlardan kelime almışlardır.
Lisan yalnız: “Günaydın! Nasılsın, iyi misin?” den ibaret değildir. Lisan, ilmi, edebiyatı, hissi, ruhu, fikri anlatacaktır. İngilizler, dillerinden yabancı kelimeleri atacak olurlarsa ne konuşurlar, ne de yazarlar.
Lisanı özleştirmek demek onu başlangıcına götürmek demektir ki, gelişmede zamanın inkişafa olan tesirini inkâr etmektir.
Meselâ: Bir çocuk doğduğu zaman 5 kilo ağırlığındadır, büyüdüğü zaman tartılırsa 55 kilo gelir. 5 kiloyu çocuğun özü olarak kabul edersek 50 kiloyu et, ekmek, pırasa, ıspanak olarak kabul edeceğiz. Bunları atmak ve çocuğu 5 kiloya düşürmek mümkün müdür?
Lisan da böyledir. Zaman ile edindiği tekâmülü atamayız. Atmak istersek zayıf düşer ve ölür.
R. C. Ulunay