T
elevizyon sunucularının konuk terletmek gibi bir takıntıları vardır, sizi kapılarda karşılar, halinizi hatırınızı sorarlar. Lâkin “birki üç kayıt” dendi mi tavırları değişir, üstünüze gelmeye başlarlar.
Sanırsın dolunay çıktı, karşınızda kurt adam. Bir kanalda seyretmiştim hiç unutmam. Sunucu müstehzi bir ifadeyle sordu, “Hayati Bey siz bu eski kelimeleri bilerek mi kullanıyorsunuz acaba?”
Hayati İnanç Bey mevzuuna hakim olmanın rahatlığı ile cevapladı “Efendim okuduğum gazellerden biri Şeyh Galib’e ait ve takriben 210 yaşında, birini de Sultan Fatih kaleme almış. Eğer günümüz Türkçesi ile yazmadılarsa ne yapabilirim? Yok beyitlere yaptığım açıklamayı anlamadıysanız o başka …
-Yoo hayır, o kısmı son derece açıktı…
-Gelelim sizin kelimelerinize. Mesela yenilerden
“stresi” ele alalım. Fransızcadan aparılmış, ithal malı. Bakın onu kullanırken neleri kaybettik?
“Gam, gussa, hüzün, tasa, dert, mihnet elem, ıztırap, yeis, keder, kahır, efkar, kasvet, inkisar, melâl”.
Bunlar şu anda aklıma geliverenler ki dahasını da bulabilirim icabında. Allah aşkına siz benden bu kadar renkli bir skalayı ıskalamamı neden istiyorsunuz? Niçin meramımı güdük bir kelimeyle anlatmaya zorluyorsunuz? Bakın beni strese (!) sokuyorsunuz ama!
-Aman Hocam size de bir şey söylenmeye gelmiyor.
-Bitmedi. Yine Fransızca “onare”den devşirme “onur”u ele alalım. Güya, “gurur, kibir, şeref, haysiyet, namus, iftihar” kelimelerini karşılıyor. Halbuki bir adama şerefli derseniz iltifat edersiniz, kibirli derseniz hakaret edersiniz. Peki onurlu derseniz övdünüz mü, sövdünüz mü? Sahi onur yukardakilerden hangisi? Hem hepsi, hem hiçbiri! Bu saçmalığa teslim için ne mecburiyetimiz var?
-Ama Hayati bey, ben doğudan gelenler gitsin demedim ki, batıdan gelenler de gitsin öztürkçe olanlar kalsınlar.
-Peki o zaman söyler misiniz bana. “Bakkaldan somun aldım, peynir koyup sandviç yaptım, balkona oturdum, hanım çay ve su getirdi, beraber afiyetle yedik” cümlesindeki hangi kelime Türkçe?
-Hepsi Türkçe.
-Hayır bakkal Arapça, somun Rumca, peynir Farisi, sandviç ve balkon Fransızca, hanım Moğolca, çay ve su Çince, beraber Farsça, afiyet Arapça. Buradaki tek Türkçe kelime ne biliyor musunuz?
“Yedik!”
Sunucu yutkunup duruyor. Ne desin ceviz çetin çıktı bu defa. Eh sen penaltıya sebep olursan, adam golünü atar.
Otobüslerde görüyoruz delikanlılar “olm, vahş, koptuk” gibi birkaç yüz “tilcik” ile konuşuyor, genç kızlar “hı hı”, “ı ıh” “yaani” gibi üç beş hece ile katılıyorlar. “Bu Türkçe mi? Rezalet sefalet diyeceğim dilim varmıyor.”
Bundan yüz yıl evvel ki telakkiye göre okur yazar dendi mi el sineyi selaseye hakim olan anlaşılır. Yani Türkçenin yanı sıra Arabi ve Farisi’yi de okuyup anlayanlar. Eğer birine münevver (ziyalı) deniyorsa bilin ki Latince, Rumca ve Fransızca’ya da vakıftır. El sineyi sitte.
Misal Şair Esrar Dede 6 lisan bilirdi, hem nasıl? Fransızca şiirlerinde aruz kullanacak kadar. Muğlalı Şahidi ise Farsça lügat hazırlıyor baştan aşağı manzum. Bunun yeniyetmelerin dilinde bir adı var “aşmış olmak.”
Eğer ana dilin güçlüyse ecnebi lisanı öğrenmek keyiftir ama güçsüzse korku filmi.
Birinde hobi, diğerinde fobi. Bakın Fransızca Arabi’den sonra gelen mütekamil lisanlardan biri. Grameri güçlü ve girift, aksanlı, ağdalı, albenili. Parisliler soru edatı kullanmadan da sorar lakin o tonlamayı piyano eşliğinde çalışırlar. Çok eskiye gitmeye gerek yok. 930’lu 40’lı yıllarda bir lise mezunu iki yılda Fransızcayı öğrenir, klasikleri tercüme ederdi hatta.
Şimdi biz Fransızcanın yanında sokak dili mesabesinde kalan İngilizceye ömür veriyor yine de öğrenemiyoruz. İki yıl değil, 20 yıl, merak değil, ekmek parası, zira adınızdan önce “lisan seviyenizi” soruyorlar. İnternetin, ajansların dili İngilizce, bakkaldan hazır çorba alsan yarısı İngilizce. Etrafımızda İngilizce kurslar kitaplar, tabelalar. Beceremiyoruz ama.
Elli senede zekâ seviyemiz mi (şimdi IQ diyorlar) düştü?
“Hayır. Lisanımız bozuldu. O ana sütü gibi tatlı Türkçemiz komada”.
Ezcümle Arabi, Farisi ve Türki eş yumurta üçüzüdür. Kardeşleri ayıran zulüm yapar.
Şair demiş. “Eyvah bu baziçede biz yine yazdık. Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık?”