adyolarımızın, televizyonlarımızın, gazetelerimizin, zaman zaman cin çarmış kelimelerle sancılı dili, bana hep Konfüçyüs’ü hatırlatıyor. O cin çarpmış kelimeler, aynı zamanda Türkçemizin katilleridir de! Ortaya çıkar çıkmaz birçok kelimeyi sindiren, öldüren, güzellikler ve incelikler yerine kurulup kalan zındıklarıdır. Türkçe olsalar bile, ben maymuncuk haline getirilen veya kanlı-bıçaklı katiller gibi sola-sağa saldıran, etrafını temizlen bütün katil kelimelerden nefret ediyorum.
Uzun bir zamandan beri, ortalıkta sallanan katil kelimeler zincirinin başında, şimdi şu “olay” ucubesi var. Geçen gün otobüste, bir üniversite talebesi, arkadaşını uyarıyordu:
– “Görüyor musun? diyordu dışarıda yağmur olayı var!”
Bir Türk çocuğu, böyle sefil bir üslupla konuşur mu hiç?
“Yağmur yağıyor” veya “yağmur başladı” yerine “yağmur olayı” diye söze başlamak ne büyük bir çirkinlik, çarpıklık örneği! Bir TV programında yine bir üniversiteli, bir müzik otoritesine “Bende sinüzit olayı var. Bu müzik bana iyi geldi” diyerek ağzını çarpıtıyordu. Bir TV sunucusu ise, karşısındaki yarışmacıya “para olayın nasıl” diye sırnaşıyordu. Yerli yersiz kullanılan bu olay kelimesinden iğreniyorum. Geçenlerde, ünlü bir siyasinin, kalabalıklar karşısındaki konuşmasını dinlerken de utanmıştım. Şehirlerine üniversite açılmasını isteyen kimselere söz veriyordu:
“Sizin bu üniversite olayınızın takipçisi olacağım!”
Allah! Allah! Eskiler: “Üniversite dâvânızın” veya “üniversite işinizin” veya “Üniversite arzunuzun” veya “üniversite isteğinizin”… diye konuşurlardı ve doğru bir Türkçeyle meramlarını ifade ederlerdi. Demek şimdi bu hınzır “olay” kelimesi: dâvâ-iş-ihtiyaç-arzu-istek… gibi zenginliklerin, güzelliklerin katili oldu. Bir üniversitede, ihanet ocakları, fitne fesat çıkarmışlarsa, vurmuşlar, kırmışlar, yakmışlar, yıkmışlarsa… Üniversite olaylarından bahsedebilirsiniz. Ama üniversite açılması isteğine üniversite olayı diyemezsiniz.
“Yoğun” kelimesi de kanlı-bıçaklı kâtil kelimelerden. Yoğun kelimesi, her derde deva bir ilâç gibi.. Bir cenaze merasimi mi var? “Polis çevrede yoğun tedbirler almıştır.”
Eskiden polisimiz sıkı tedbirler, caydırıcı tedbirler, ciddî tedbirler… alırdı. Şimdi her işimiz yoğun, yoğunlaştı.
Eskiden bir kişinin çok işleri olurdu. Şimdi yoğun işleri oluyor!
Eskiden bir hatibin sözleri, şiddetli alkışlarla kesilirdi, şimdi yoğun alkışlar!
Eskiden büyük aşklar yaşanırdı, şimdi yoğun aşklar!
Eskiden karışık meselelerle karşılaşırdık, şimdi yoğun sorunlarla!
Eskiden bir trafik keşmekeşi görülürdü, şimdi trafik yoğunluğu.
Eskiden misilsiz heyecanlar duyardık, şimdi yoğun çoşkular!..
Bu örneklere siz de yenilerini ilâve edebilir, bir yoğun kelimesinin kaç güzelliğimizi sindirdiğini veya katlettiğini hesaplayabilirsiniz. Şimdi ben bu yoğun kelimesine nasıl yoğun nefret duymayayım?
Ya şu lâtin dilinden Türkçemize bulaştırdığımız şu “sel” ve “sal” ekli kelimeler? Artık resmî ağızlarda bile selli sallı kelimeler volta atıyor. Açın Dede Korkut kitabını, açın Kutadgu Biliğ’i açın bütün halk şairlerimizin divanlarını, çönklerini, şiirlerini, onların hiçbirinde sel-sal bataklığını göremezsiniz. Batı dünyası karşısında “yoğun” bir aşağılık duygusuna kapılanlar veya İslâma düşman olanlar, bizi dinî mukaddeslerimizden koparmaya çalışanlar, dilimizi “sel-sal” “olayı” içine çok kötü sıkıştırdılar.
Ben bu sel ve sal ekli çirkin, çarpık, zevksiz, nesepsiz kelimeleri çiftesi çok kuvvetli olan katırlara benzetiyorum. Katır atla-eşeğin birleşmesinden meydana gelen bir yaratık. Ne ata benzer, ne eşeğe! Sel ve Sal ekli kelimeler de öyle. Ne Türkçeye benzerler, ne Fransızcaya! Mesela Tarih-kelimesi Arapça, çerçeve kelimesi Farsçadır. Tarihsel ve Çerçevesel kelimeleri “sel takısıyla” nasıl Türkçe olabilir. Görmek-işitmek kelimelerinden görsel-işitsel yapmakta neyin nesi?
Türk ve İslam’a düşman olanlar, dilimizi kündeye almışlardır. Türkiye’de derin bir dil buhranı var. Dükkan tabelalarına kadar yayılan bu zevksizlik bu çirkinlik, bu kabalık, bu soysuzluk… dağdaki-şehirdeki terörden çok daha tehlikeli. Şu “yoğun” işlerimizden başımızı kaldırıp biraz da “dil olayımıza” baksak mı dersiniz?
Yavuz Bülent Bakiler