S
ık sorulan sorulardan biri şudur: Alfabe değişikliği tahribat mı yaptı, yoksa hayatımızı mı kolaylaştırdı? Bir Türkçe cümleyi Latin harfleriyle ya da Arap harfleriyle yazmamız durumu çok değiştirmiyor. Aslında. Anlamıyoruz ki, neyle yazarsak yazalım!
Yahya Kemal’in şiirleri Latin harfleriyle yazılı ama günümüzde okumuşlarımız da dâhil olmak üzere, toplumun nereden baksanız yüzde doksanı için bir yabancı dil kadar uzak!
Bizim asıl gözden kaçırdığımız ise tasfiyecilik, yani uydurma bir Türkçe ortaya konma keyfiyeti. Böyle olunca da, maalesef işin özünden uzaklaşıyoruz. Misal olarak, diyoruz ya hani “Ketebe Arapça ama mektup benim.”
E iyi de, siz mektup yerine “betik” diyecek olursanız, mektep yerine “okul”, kâtip yerine “yazman” diyecek olursanız, bunu hangi harfle yazarsanız yazınız gelecek nesillere aktaramıyorsunuz. Yani ortada bir şey kalmıyor, ortak dili kaybediyoruz.
İşte burası çok öneli… Burada Latin harfleri kabul edilmiş, Rusya topraklarında yaşayan Türkler ise Kiril alfabesine geçilmiş. E ne oldu? Yine ayrı düştünüz!.. Evet bu da önemli ama asıl mesele o değil. Düşünebiliyor musunuz şunu: “Her ne kadar, bin yıldır biz buna imkân diyorsak da bundan böyle olanak diyeceğiz…”
Bu korkunç bir şeydir yahu canilik, cinayet gibi değil midir? Küstahlıktır bu, en azından saygısızlıktır. Kelimelerin bir tarihi var, kelimelerin bir misyonu var, siz bu işe nasıl cesaret ediyorsunuz?
Bir programda biri bana:
“Yeni kelimelerle konuşmanızı tercih ederdim” dedim.
“Stres kelimesini beğenir misiniz” dedim.
“Evet, yeni olduğu içi” dedi.
E tabi, haklısınız, dedim Türkçeye gireli otuz sene kırk sene olmadı, yeni. Fransızcadan ithal bir kelime… Bunu kullanmayalım da demiyorum, lazımsa kullanırız. Önemli değil Türkçe’nin siyakına sibakına sokarız yani Türkçeleştiririz gerektiği yerde kullanırız. Nasıl ki otomobil diyoruz, onu da deriz. Ama bu geldi diye, bakın;
Gam, gussâ, kasvet, keder, melâl, inkîsâr, ızdırp, hüzün, kahır, yeis, efkâr, tasa, dert, mihnet, elem… gibi kelimeleri kullanmıyoruz artık. Ve hatta;
Üzüntü, sıkıntı, kaygı endûh, küdûret, dilhûn, falan da demiyorum, liste iyice şişmesin diye!..
Şimdi… on beş yirmi kelimelik böyle bir literatür elimin altında iken, dedim.. Sayın sunucu, dedim ona. Beni sadece “stres” kelimesiyle mi kendimi ifadeye davet ediyorsunuz? Allah aşkına, niyetiniz beni strese sokmak mı? Strese girmeye, yani her türlü olumsuz duygu biçimini hep aynı kelimeyle ifade etmek gibi bir yoksullukta boğulmaya hiç niyetim yok!
Onur kelimesini çok kullanıyoruz, seviyoruz da. Fransızca kökenlidir malum. Fakat, onur; gurur mu, kibir mi, şeref mi, haysiyet mi, izzet-i nefis mi, namus mu, iftihar mı?.. Yedi farklı kavramı tek kelimeyle… Bu ne demek biliyor musunuz? Bu şu demek: Zihin kapasitenizi, kendi elinizle bir bölü yediye indirdiniz.
Ve bu gidiş, Allah saklasın üstü yok altı var, yokluğa gidiştir bu. Ve bunda hiçbir kâr yok.
“ Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık,
Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık.”
Harf düzeninin şu veya bu olması ayrı bir mesele… Onun şöyle bir neticesi var: Kütüphanelerin içi Türkçe kitaplarla dolu, ama okuyamıyoruz. Bunu bile telafi etmek mümkün. Ben çok zekiymişim, üç ayda öğrenmişim. Öbürü de beş, altı ayda öğrenir canım yani yıllarca değil.
Onu aşmak mümkün… Hele hele gençlere hüsn-ü zannım da var Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumasını bilen bir delikanlı, Osmanlıcayı öğrenmek isterse çok çok on beş