T
ürk dilinin sadeleşmesi hareketinin asıl gayesinden saptırılarak tam bir kültür ihtilâli şekline dönüşmesi 1960 yılından itibaren başlamıştır. Tesir sahası çok geniş devlet organlarının ve kuruluşlarının böyle bir kültür yıkımına öncülük etmeleri de Türkçe’nin çöküşünü büsbütün hızlandırmıştır. Eğer Türk milliyetçileri bu yıkılışın karşısına dikilmezlerse, en geç bir nesli sonra, Türkiye’de Türk dili ile
yazılmış ilim, fikir ve sanat eserine rastlamak mümkün olmayacaktır.
Türkçe’yi kimler bu hale getirmek istiyorlar? Gayeleri nedir?
1— Bugün Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içindeki 85 milyon Türk’ün konuştuğu Türkçe, bu vatanda 1071 de kurulan Türk devletinin ve onun meydana getirdiği kültürün potasında oluşan Oğuz Türkçesi’dir. Bu bakımdan, nesilleri en az dokuz asırlık bir maziye bağlayan yegane köprü, halen konuştuğumuz bu dildir.
Biz Dede Korkut hikâyelerini, Yunus ilâhilerini, Ahmet Yesevi’nin hikmetlerini ancak bu dilin aracılığı ile okuyabilmekteyiz. Aşıkpaşaoğlu tarihinden Kerem ile Aslı hikâyelerine, Mevlidden Yahya Kemal’in şiirleri, her çeşit edebiyat ve kültür eserleri bu dil ile yazılmıştır. O halde bu dokuz asırlık dili bırakır da, onun yerine birtakım kasıtlı kimselerin yalan-yanlış uydurduğu dili alırsak, her şeyden önce milli tarihimizle aramızdaki köprüyü yıkmış oluruz. Kendi klasiklerimizi okuyamaz, anlayamaz hale geliriz. Yetişen nesiller, ancak yirmi yıl öncesine ait kitapları okuyabilen köksüz insanlar derekesine düşerler.
2— Bizim konuştuğumuz bu dokuz asırlık Türkçe yalnız Türkiye Türklerinin dili değildir. İran, Kafkasya, Kerkük, Kıbrıs ve bütün Balkan memleketlerindeki soydaşlarımız da halen aynı Türkçeyi kullanmaktadırlar. Eğer biz otuz yıl önce başlatılan uydurmacılık akımına kapılır da yeni bir yazı dili teşkil etmeye kalkışırsak, en yakın komşumuz ve ırkdaşlarımız olan diğer Oğuz Türkleri ile aramızdaki dil bağı kopar. Bir nesil sonra onlarla anlaşamayız. Onlara yabancılaşırız.
Ayrıca, bizim konuştuğumuz Türkçe ile Türkistan’daki soydaşlarımızın dili de yüzde doksan nisbetinde birbirinin benzeridir, aynıdır. Bizim uydurmacılığa sapmamız, uzak diyarlardaki ırkdaşlarımızla da irtibatımızın kesilmesine sebep olur. Böylece, bir nesli sonra, Türkiye’de ayrı bir dil teşekkül eder. Ve biz 250 milyonluk dünya Türklüğünden tamamiyle kopmuş, ayrılmış sayılırız. Onlardan farklı, onlarla soy birliğimiz yokmuş gibi oluruz.
Mesela bizim yeni nesli “seviye, mesele, mektep, müddet, müellif” kelimelerini kullanmıyor. Halbuki bu sözler bizi hem dokuz asırlık atalarımıza hem de Türkiye dışındaki soydaşlarımıza bağlamaktaydı. Çünkü bu kelimeleri onlar kullanıyordu.
Bir Kerkük’lüye rastlasanız ve ona “yurt sorunlarını bir düzeye değin çözemedik” deseniz, o sizi anlamaz. Çünkü “sorun” ve “düzey” bizim uydurmacıların piyasaya sürdükleri yanlış ve cansız kelimelerdir. Esasen bir kelime dilde “aile” teşkil eder. Bu “aile” hem manâ, hem de şekil yönünden kelimelerin dilde kök salmasını sağlar.
Meselâ: “Ben hayatımda bu derece seviyesiz bir münakaşa dinlemedim.” yerine “düzeysiz bir tartışma” diyebilir misiniz? “Gene hiç yoktan mesele çıkarma” yerine “sorun çıkarma” demek mümkün müdür?
3— Uydurmacılığa öncülük eden kimselerin diğer bir sinsi maksadı da, Türkçeyi fakir, cılız ve insanların düşündüklerini ifade etmeyen bir dil haline getirmektir. Bu nasıl olur? Dilde yaşayan bütün kelimeleri “Bu yabancı asıllıdır” bahanesi ile atmak suretiyle olur. Atılan bu canlı kelimelerin yerine hemen yenileri bulunamayacağına göre, Türkçe gittikçe fakirleşecektir. O zaman da sınırlarımızda fırsat kollayan Avrupa kültürünün kelimeleri Türk dilini istilâ etmeye başlayacaktır. Nitekim başlamıştır.
İşte bu acı gerçeklerin ışığında bir kere daha diyoruz ki: Türk milliyetçileri dilde uydurmacılık, öz Türkçecilik ve arı dilcilik gibi akımların tamamiyle karşısındadır.
Ne var ki, bütün bu hakikatleri kimseye anlatmak mümkün olmamıştır. Son yirmi yıldan beri dil konusunda yüzlerce makale yazılmıştır. Yalnız milliyetçiler akıl, vicdan ve zevk sahibi her kalem erbabı Türkçenin haince yıkılışına karşı çıkmaya çalışmıştır. Resmi makamlar, söz ve yetki sahipleri bazen vazifeye, bazen da insafa ve imdada çağrılmıştır. Ama, ne hazindir ki, bu feryatların hiç biri kâr etmemiştir.
Prof.Dr. Necmettin Hacıeminoğlu