R
umeli Beylerbeyliği Osmanlı Devleti’nde Anadolu’dan önce gelirdi. Çünkü Anadolu Kök, Rumeli ise ileriye, atiye, “Kızılelma”ya uzanan yol idi. Akıncılar, Anadolu’dan, Kafkaslar’dan, Maveraünnehir’den gelir, Rumeli’ye akarlardı. Maalesef, yeni nesillere Osmanlı Devleti, Osmanlı dili ve kültürü unutturulurken şu anda insanlarıyla, eserleriyle, kültürleriyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan, bu yerler de unutturulmuştur.
Bugünkü nesiller son Bosna hadiselerine kadar Rumeli’deki eyâletlerden habersizdi. Tıpkı Kafkaslar, İdil-Urallar ve Türkistan’dan habersiz olduğu gibi. Rahmetli Ekrem Ayverdi Balkanlar’daki medeniyetimizi mimari sahadaki eserleriyle yeniden fethedip, ilim ve medeniyet tarihimize hediye ederken, Samiha Hanımefendi de Balkanlar’ın ve Rumeli’nin kültürünü ve sosyal hayatını eserleriyle bize yeniden kazandırmıştır. Ruhları şad olsun.
Son yıllarda belli kalemler bizlere bu unutturulan yerlerimizi yeniden tanıtıyor. Yavuz Bülent Bakiler’in hazırladığı “Balkanlardaki Türk İzleri” adlı televizyon serisini hüzün duymadan seyretmek mümkün mü? İftiharımız olan eserleri muhafaza edememenin hüznüdür bu.
Elin oğlu İngiliz, bir harp yaptığı ülkesinden binlerce km. uzaklıktaki Çanakkale’de, ölen askerlerine mezarlık yaptırıp, mülkiyetini de alıp, park gibi bakıyor ve baktırıyor da biz asırlarca yaşadığımız diyarlardaki eserlerimize sahip çıkmak şöyle dursun takip etmek, varlıklarından haberdar olmak zahmetine bile katlanmıyoruz.
Kendimizi Anadolu’ya hapsedip, bunun dışındaki bizim olan her şeyle ilgilenmeyi Turancılık sayan, ilgilenenleri suçlayan, hatta hapislere koyan bir zihniyetin sonu budur. Yurdumuzun içinde milletimize karşı, yurdumuzun dışında hem milletimizin bakiyelerine, hem de kültürüne ve hatırasına yabancı bir zihniyet.
İnşâllah demokratik sistem içinde devlet-millet bütünleşmesiyle birlikte, Türk-İslâm dünyasıyla da kaynaşma hareketleri hızlanacak “Adriyatik’ten Çin’e” bir siyasi slogan olmaktan çıkarılacaktır. Bugün Makedonya denince, birçoklarımızda sanki yabancı bir ülkeden bahsediliyormuş hissi halâ mevcuttur.
Ailem
Dedem keresteci Hacı Mustafa Efendi diye bilinirmiş. Baba tarafı ilmiye sınıfına mensup olduğu için “Efendi” diye anılırlardı. Annemin ceddi’nin bir kolu da yine 17. Asırlarda Kafkasya’dan kalkıp Rumeli’nin fethine iştirak etmişler. Köprülü’ye ilk gelen ve yerleşen Ayan Ahmet Ağa’dır. Mal mülk sahibi olarak, ticaret ve çiftçilik yaparak üç asır buralarda yaşamışlar. Annemin babasına sakallı Ali Bey derlermiş. Annemin ailesi eşraftan sayıldığı için “Bey” diye anılırmış. O zamanlar “bey”lik aileden tevarüs edilen bir unvan, “Efendilik” ise ilim ile elde edilen bir haslet olarak ifade edilir, her ikisine birden sahip olana da “Beyefendi” denirmiş.
Sakallı Ali Bey’in oğlu olan dayım İbrahim (Vardar) Bey, İstanbul’da Fatih Koleji’ni yaptıran vakfın beş kurucusundan biri olup, gazeteci Ahmet Vardar’ın da babasıdır. Ailemin her iki tarafı da dindardı. Ailede sigara içen yoktu. Ana tarafı da baba tarafı da Nakşibendi tarikatına mensuptu.
Babam, Cihan harbine gönüllü katılıp, Kafkas Cephesi’nde harbe katılmış, Erzurum’un Ruslar’dan geri alınışında şehre giren ordu içinde yer almış. Balkan harbinde bütün aile her şeyini yüzüstü bırakıp Selanik’e kaçmış, harbi müteakip tekrar yurtlarına dönmüşler. Birinci Cihan harbinden sonra Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Rumeli’de Yugoslavya kurulmuş.
Tasavvuf Ocakları Tütüyordu
Balkanlar’da ve İştip’te tekkeler kadim şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Camiler açıktı, Yani dinî faaliyetler kesilmemişti. Dinî müesseseler ve hayrât vakıflar tarafından yönetilirdi. Türkleri’in hizmetinden sonra vakıflar. Bahsettiğim Nakşibendîlik bağları falan hep orada olan şeyler. Burada başlamış şeyler değil, Rumeli’de tekkeler İslâmî tebliğde çok önemli roller oynamıştır.
Fetihlere önce iki uç gidermiş. Biri manevi öncüler, diğeri maddi öncüler. Manevi öncülere “derviş” denirmiş. Maddî öncülere de “akıncı” denirmiş. Bu ikisi gider, ortamı hazırlarmış. Biri manevi sahada sevgi bağları uyandırır, öbürü de maddi sahada devletin ihtişamını belirtir, korku salarak ortamı sağlarlarmış. Sonra ordu gelir, bu hazır zemin üzerinde çok zorlanmadan sistemini kurarmış. Onun için Rumeli’nde bu tasavvuf ocakları o zamanlar hâlâ tütüyordu. Oradaki meşayıh ve diğer elemanlar kayboluncaya kadar bu hareket devam etmiştir. Hâlâ devam etmektedir.
Bosna’da çarpışan, Manastır’da diğer yerlerdeki İslâmî hareketlerin temelinde hep bu zevatı görürsünüz. Yani yanan ışıklar, mumlar hep oralardandır. Aynı şey Türkistan’da da öyledir. Özbekistan’da İslamiyeti tutan nakşibendî tarikatıdır. Nakşibend hazretlerinin yaktığı ışık orada komünizme rağmen İslâmiyeti ayakta tutmuştur. Ama ibtidai, ama klasik, ama halk seviyesinde, ne olursa olsun tasavvuf içerisinde İslâmiyet bekasını muhafaza etmiştir. Ne kitap var, ne tahsil var ama o tekkeler ve dervişler, o şifahi bağlantılar İslâm’ın ruhunu devam ettirmiştir. İşte Rumeli’de de aynı şeyleri görüyoruz. Zaten o Maveraünnehir’den başlayan dalga oralara aynen gelmiştir. Kültürüyle, kelimeleriyle, âdetleriyle, davranışlarıyla hep gitmiştir.
Yörük köyleri vardı. Buradan götürülen koloniler bunlar. Yörük köyleri hâlâ dururdu. Yine göçebe halinde dağlarda yaşarlar idi. Ofçabol, Kumanova gibi, Kuman Türkleri’nin geldiği yerin adı Kumanova olmuş yani. Ciddi sosyolojik araştırmalar yapılsa böyle tarihi izleri görürsünüz. Büyük hazineler yatmaktadır orada. Bu tasavvufi bağlar orada, Türkiye’de olduğu gibi kanuni bir sekteye uğramadığı için, bir de azınlık şuuru içindeki kenetlenmeyle ma’şeri vicdanındaki yapısını, devam ettirdi. Tabi o insanların imkanları, kapasitesi ve müktesebatı nisbetinde.
Türkler Asya’ya…
Babam, hali vakti yerinde mal mülk, çiftlik, değirmen, bahçe sahibi bir tüccardı. Aile efradı ile kalan Türk vakıflarının da mütevellisi durumundaydılar. Fakat Yugoslavya’da Türklere zulüm devam ediyor, vergilerle, iktisaden Türk Müslüman unsurunu ülkeden kaçırtma politikası uygulanıyor; “Cita Tursi Azia” (Türkler Asya’ya) şarkıları söyleniyordu. Dikkat buyurunuz yıl 1930’lar. Balkan Paktı’nın yapıldığı Türkiye’nin kuvvetli olduğu dönemler.
Türkiye’deki yöneticiler, Türkiye dışındaki Türkler’le ilgilenmezken (bilhassa 1938’den sonra bu ilgisizlik son haddine varmıştır), Yugoslavlaya’daki yöneticiler de oradaki Türkleri Asya’ya geri gönderme politikasını, yerine göre resmi-gayriresmi, ama milli bir politika olarak uygulamaktadır. Tıpkı Yunanistan, Bulgaristan’ın ve Romanya’nın orada ki Türklere uyguladığı gibi.
Yani; Balkanlar’daki devletler milli politika olarak Türkleri Asya’ya geri gönderme siyaseti uygulamışlar. Çünkü, devletler küçük, Türkler kalabalık, nüfusun önemli bir oranına sahip ve toprak sahibi olup, arazideki payı büyük, Kıbrıs’ta olduğu gibi. Bu yüzden asimile etme imkânları yok. Çünkü Türkler köylerde, tarım kesiminde yaşıyor ve bir bütünlük arz ediyorlar.
Anadolu’ya Hicret
İşte bu dönemde, yani 1934’lerde babam kereste ticareti ile uğraşmasına rağmen baskılar karşısında Türkiye’ye hicreti düşünüyor. Fakat oradaki varlıklarını İslâma borçlu olan ve hergünkü hayratlarında Hilâl-Salip mücadelesi veren bu insanlar, Türkiye’den de İslâmi açıdan güzel haberler almıyorlar. Türkiye’de bu dönem tek parti rejimi içinde “Deislâmizasyon” uygulamalarının en şiddetli devresini yaşamaktadır.
Yugoslavya’da (şimdiki Makedonya’da) arazi Türkler’indi. Sırplar, Bulgarlar ırgatlık yapardı. Onlar bilhassa kilisenin teşviki ve değişmeyen Ortodoks politikasıyla Türkleri sırf Müslüman oldukları için, İslâm düşmanlığı politikasıyla kovmaya çalışırlardı. Yugoslavya, bu işi sureti Hak’tan görünerek en demokratik biçimde, fazla gürültü çıkartmadan uygulamaya muvaffak olan ülke idi.
Yugoslavya’daki Türkler, İslâmi bakımdan böyle bir baskı altında iken, Anadolu’daki Türkler kendi yönetimleri tarafından lâiklik etiketi altında, baskı altında tutularak İslâmi kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Toplumun İslâmi hüviyeti silinmek isteniyordu. Bu haberler de Rumeli’de Türkler tarafından dikkatle takip ediliyordu.
1934’te babam, Reisul Ulema’ya müracaat edip danışıyor ve şu suali soruyor:
“Burada İslâmi kimliğimiz, istikbalimiz tehlikede, Türkiye’ye gitmek istiyoruz. Fakat oradan da İslami bakımdan iyi haberler gelmiyor. Ne yapalım?”
Reisül Ulema’nın cevabı: “Orası Türkiye’dir. İslâm ülkesidir. Rejimler değişir. Bugün böyledir, yarın başka türlü olur. Çünkü orası Türkiye’dir. Burada ise ilerde çocuklarınızı Türk ve müslümanla evlendirme imkânı bile azalabilir. Gitmeniz hayırlıdır” diyor.
Paraya çevrilebilen mallar yok pahasına satılıyor. Çünkü takip edilen milli politika icabı, fiyatlar düşük tutuluyor. Alıcı çıkmıyor. Türkler zaten almıyor. Öbürlerinde esasen para da yok. Böylece satılabilen satılıp, altına çevrilip (paranın dışarı çıkarılması yasak) gizli yollardan, daha ziyade ordaki ve İstanbul’daki Yahudi tüccarlar vasıtasıyla ve yüksek komisyonlarla Türkiye’ye naklediliyor.
Kalan araziler ve mallar Tito döneminde el konularak üç asırlık hikaye noktalanmış oluyor. Oradaki vakıflar da sahipsiz kalıyor. Halen de öyledir.