stanbul’un bütün tepelerine birer âlem gibi oturan camilerin, tuğ gönderleri misâli yükselen minarelerin, Topkapı Sarayının bulunmadığı bir İstanbul’u tasavvur edebilir, havsalamıza sığdırabilir miyiz? İstanbul ancak onlarla benliğini buluyor; bir mânâ kazanıyor. Camilerimiz yapılmadan evvelki Kostantiniyyeyi gözümüzde tecessüm ettirmemiz pek mümkün değildir.
Beldenin mavi gök üzerindeki çizgileri bize o kadar tabiî görünür, o kadar tabiatın bir parçası gibi ruhumuza öyle işlemiştir ki, başka türlü bir İstanbul olmasına ihtimal vermeyiz.
Zaten onlar olmasaydı İstanbul yassı bir tümsek olup kalırdı, öyle kalmıştır da. On dört asır toprağın isteklerine göz yumulmuştu. Hâlbuki bu şehir bütün cömertliğine sahipti. Şehri şehir yapan umumî görünüş, binlerce yıl zarfında beldemize temin edilememiştir.
Ne garbî ne Şarkî Roma İmparatorlukları, ne Bizans; bu işi becerebildi… Bu toprak müstakbel sahibini asırlarla bekledi, bulunca da hemen “Belde-i tayyibe” oluverdi. Zaten hadise, bugünün şaşkın terazisinin tartmak kabiliyetinde olmadığı, lahûtî bir ses tarafından tebşir edilmemiş mi idi?
Ne var ki, onun icrakârı biz Osmanlı Türkü olduk: Kostantiniyyeyi İstanbul yaptıktan başka, şehrin iç içe bir parçası olduğu halde hiç keşf edilmemiş bir kıt’a gibi yüz üstü bırakılan Boğaziçi’ni bulduk; yerden devşirip bir Boğaziçi Medeniyyeti kurduk. İçinde ömür sürdürdüğümüz evimizin içinde bile zaruri bir değişikliği uzun zaman düşünür, taşınır da yapabiliriz.
Türkler Harabe ve Perişan Bir Şehir Buldular
Türkler İstanbul’a girdikleri zaman bir buçuk asırdır üzerinde işleyip geliştirdikleri üsluba taban tabana zıt bir şehir buldular.
Bir kere Kostantiniyye’de ilim ve idare tesisleri hemen hemen yoktu; bir köşede çok evvelden harab olmuş saray parçaları bulunuyordu. Mesken mıntıkaları sahillere üst üste yayılmıştı; ticaretgâhlar için de transit esas alınmış zaten iktisadî kudretten mahrum halkın iç pazarı perişan ve dağınık bırakılmıştı.
Bu kararsızlık ortasında Türkler şaşırmadılar; eski yerleşme tarzı ve mahalleri onları kayd altına sokmadı.
Küçük Cihad’dan Büyük Cihad’a
O devirde unveten yani zor ile, alınan beldelere tatbik edilen ahvale göre, bulduğu, alabildiği, mala sahip olma hakkını üç gün için kullanan gaziler, daha dördüncü günü bu şehri temizlemeye başladılar, demekte hatâ yoktur.
Akşemseddin Veli’nin Ok Meydanı Nutku ne ibretlerle doludur; Çeriye:
– “İnşallah, cümlemiz mağfuruz; fakat gaza malını israf etmeyip İstanbul içinde hayrata sarfediniz.”
Emir’e, yani padişaha da:
-“Hemen Mücahid fi sebilillah ol!“.
Buna karşı Fatih’in cevabı şahanedir:
-“Cihad-ı asgar bitti; şimdengeru cihad-ı ekberdir.”
Akılları durduran bir hak tecellisine mazhar olan koca şehri bir kaç gün evvel almış bulunan bir cihangirin şu mütevazi cevabına bir bakınız; “cihad-ı ekber” dediği zafer sarhoşluğunun zerresine kapılmadan, gurur tehlikesine düşmeden, eğlenceye, sefahate kendini terk etmeden mülk için çalışmaktı.
İlk Saray
İşte Fatih, gazilerin kanı kurumadan işe başlayıp üç asır boyunca dünyanın en büyük, en muhteşem, en güzel şehri olacak İstanbul’u bu karar ve azm ile kurdu.
Fethi takip eden iki hafta içinde Bizans’ın o sapa yerlerdeki saraylarının binasına da, yerine de kıymet vermeden Bayezıt tepesinin, boğaz içine hâkim bir mevkiine, şehrin orta yerine idare merkezi olan sarayı kurdurmakla ilk tohumu attı. Bu isabetli kararı vermiş oldu.
Türbeler
Fatih’in İstanbul’da ilk icraatından biri de İslamların yedi asır evvel yaptıkları muhasaralarda şehit düşmüş Ensar ve Tabiinin kabirlerini tesbit etmek ve buralara birer meşhed yapmak olmuştur ki, bunların başında “Eba Eyyüb-el-Ensari“nin makberesinin geldiğini bilmeyen yoktur denilebilir. Bu yolla İstanbul’un toprağının altının bile İslâmlaştırılmış olduğunu zihinlerinde yerleştirdi. Yeni sakinler, şehitlerin ruhanîyyatını bir gül gibi koklayarak şehri mekân tuttular.
Camiler
İstanbul’un ilk büyük camii Eyüb Sultan’ın türbesi önünde yapılmış, yakınında imaret, medrese hamam te’sis olunmuştu. Bunu o zamana kadar hiç bir yerde misli bulunamayan pek ince düşünülmüş tepelerin kusursuz bir şekilde oturtulmuş bir mimarî topluluk, 26 metreli kubbeli büyük camii ile, 16 medrese, tabakhane, şifahane, imaret, kervansaray, kütüphane ve muvakkıthaneden müteşekkil manzumesi takip etti.
Ondan otuz sene evvel Edirne’deki üç şerefeli Camide yapılan şadırvan, avlusu ve cami ölçülerindeki uygunluk, dolu ve boş satıhların, pencerelerin nisbeti, sütunlar, kapılar, mihrap ölçüleri silmelerin tertibi ve satıhlara düşürdüğü gölgelerin kıvamı, tezyinattaki ağır başlılık ve vakar bu manzumede artık tam istikrarım bulmuştur.
Bu manzumenin mimarisindeki sadelik içinde vekar ve haşmet Osmanlı klâsiğinin değişmez üslûbu kaidesi olmuş, asırlarla devam etmiştir. Yalnız söylediklerimiz eski Fatih Camii için varid olup şimdiki bina 200 sene evvel zelzelede yıkılmış ve daha ufak bir kubbe ile yapılmıştır. Eskisinden yalnız şadırvan avlusu tak kapı ve mihrap yerinde kalmıştır.
Fatih manzumesiyle hemen aynı zamanda da Mahmut Paşa, Murad Paşa, Rum Mehmed Paşa, Davud Paşa, Atik Ali Paşa gibi her biri bir kıymet olan mimarî topluluğu yapılmıştır.
Bu büyük eserlerin ikmaline kadar, Ayasofya dâhil olmak üzere, kiliseden tahvil edilmiş 17 camide namaz kılınmış, bir yandan da, acele bir tertibe başvurularak çatılı camiler inşa edilmiştir. İstanbul’da yapılan ilk iki cami de bir esnafın, Attar Hacı Halil’in eseridir. Bunlardan biri Unkapanı’nda eski Beylik Değirmenin yanındaki Mescid olup el’an mevcûddur.
İkinci Rüstem Paşa Camiinin yerinde idi. Gittikçe artan Müslüman nüfusu, böyle çatılı camilerin birbirini takip etmesine âmil olmuştur. Fatih devri içinde yapılan 215 cami ve mescidden dörtte üçü ahşab çatı ile örtülüdür. Çok sür’atli genişleyip büyümesi yüzünden, Edirne’de de bu çareye başvurulmuştur. Bursa ve sair şehirlerde büyük ekseriyet kubbeli olanlardır.
Medreseler
İstanbul’da ehemmiyetli camilerin yanlarında umumiyetle birer de medreseleri bulunmaktadır. Medreselerin ilki, zeyrek camiinde Papaz odaları denilen hücrelerde ve eski imaret camiinde kurulmuş, Ayasofya’nın şimal tarafına bir ikisi yapılmıştır. Fatih’in 16 medresesinin inşasından sonra, yalnız Ayasofya bırakılmış, ihtiyaç kalmayan diğer ikisi kapatılmıştır. Fatih devrinde medrese adedi dörde baliğ olmuştur. Fatih zamanında medreseler plân ve mimarî itibariyle, en yüksek devir olduğu umumiyetle kabul edilen XVI. asrın binalarından farksızdır. Hâlbuki cami mimarîsi yüz sene içinde daha tekemmül etmiş ve en yüksek seviyeye o zaman erişmişti.
Hamamlar
Şehrin büyük ihtiyacı olan hamamlar da hemen yapılmaya başlanmıştır. Bizansdan kalma bir hamam bilinmemektedir. Fatih zamanında 32 umumî hamamın ismi tesbit olunabilmiştir. Hamam mimarîsi de, medreseler de olduğu gibi, bu asır da en yüksek derecesini bulmuştur. Tahtakale, Mahmut Paşa ve şimdi mevcud olmayan Çukur hamam, en güzel, büyük, ferah binalardır. Sonradan da daha fazlası yapılmış değildir.
Hanlar
Fatih zamanında 12 kadar ticaret hânı ismi malûm ise de yalnız bir tanesi zamanımıza erişmiştir; o da Mahmud Paşa’nın Kürkçü Hanıdır. Çifte avlulu olan bu büyük binanın bil benzeri aynı zatın Bursa’da yaptırdığı Fidan hanıdır. Bunlar II. Sultan Bayezid’in muhteşem Bursa hanlarının tutumunda ve aynı büyüklüktedir. Yalnız bu sonunculara başka bir hava veren o tantanalı tak kapılar bunlarda bulunmaz. Bu da padişah ve vezir mevkileri arasındaki fark nisbetindedir.
Çarşılar ve Bedestenler
Fatih’in İstanbul’a en büyük hediyelerinden biri, çarşı ve bedestenlerdir. İstanbul Fetholundu; buraya Türk kavmi, Türk medeniyeti yerleşti. İlim, sanat, musiki, hat, tezhib ve hepsinden fazla mimari burada kol saldı. Fakat bunlar üç asır sonra, deveranın met ve cezrine maruz kaldı; inkılâblara, tahavvüllere uğrayıp seviyeleri çok düşmüştü. Çarşı ve bedestenler ise, XX. asra kadar aynı hayatiyet ile yaşadı, durdu. Zelzeleler ve yangınların tahribatına rağmen, halâ da kıymeti kaybolmuştur denemez.
O zamanın nakil vasıtalarını göz önüne alınca, çarşı yerinin intihabındaki isabet derhal anlaşılır. Bu gün 300 dükkân, 30 kadar han ve içindeki 1000 ticaretgâh ile bu çarşı ve bedestenlerin, şark ve garp memleketlerinin birinde emsali ne görülmüştür; ne görülecek.
Çarşı haricinde balık pazarı, bahçe kapısı, demir kapı, Ayasofya, Mahmud Paşa, Fatih’de Sultan pazarı, Saraçhanebaşı Fener, Balat vesaire gibi mevkilerde Fatih’in vakfettikleriyle beraber 5000 kadar daha dükkân vardır. Hepsi beraber onbinin üstündedir.
Fatih devrinde yüzbini aşmayan İstanbul nüfusu için fazla görülecek bu miktar, padişahın ileride varacağı inkişaf mertebesini ilk günlerden hesaplayarak şehri kurduğunu ispat etmektedir.
Bedestenler, büyük Bedesten, Sandal ve Galata olmak üzere üç tanedir. Edirne, Bursa ve sair şehirdekilerden daha büyüktür. Hepsinin etrafına dükkânlar ve iç tüneller vardır. Söylemeye ne hacet, bunların kıymeti ise herkesçe bilinir.
Yepyeni Bir Şehir Kuruldu
Şimdiye kadar kale içinden bahis açtık; bir de dışarıya taşan gümrah varoşları vardı. Daha ilk günlerde, bir sürücü mandırasından ibaret Eyüp gelişti ve şehirle arasındaki boş kırlarda mahalleler teşekkül etti.
Yedikule de Fatih devrinde te’sis olundu. Halicin karşı yakası, Hasköyün, Kasımpaşa’nın fundalıkları donandı; İskân mıntıkaları meydana geldi. Galata’dan sonra şehir ileriye doğru yürüdü.
Evvelce bomboş duran Tophane, Fındıklı, Beşiktaş, Ortaköy, Bebek, Rumeli Hisarı mamurelerle şenlendi. Fatih Rumeli Hisarını severdi. Oraya emeği geçmişti. Halil Paşa burcunda bir odada kaldığı söylenir. Boş zaman bulunca Boğazın başka köylerinde, Anadolu Hisarında, Kanlıca’da gezintiler yapardı. Beykoz’da kendi ismine tokat bahçesini yaptırdığı meşhurdur.
Bu demektir ki boğazı keşfeden Fatih’dir. O halde Boğaziçi medeniyeti denilen emsalsiz, benzersiz oluşun mimarı olarak “Ebul Feth“i bilmek lâzımdır. Fatih devrindeki 215 camii 24 medresesi, 32 hamamı, 12 hanı, bedestenleri, çarşısı, yeni kurulmuş 200 mahallesiyle ve Boğaziçi medeniyetiyle ve hepsini hüviyetiyle damgalayan zihniyet ve ince zevkiyle şehir böylece çehre değiştirdi. “Kostantiniye“den “İstanbul“a döndü…
…Ve Bu Gün
İşte, mâbedi ilim ocakları, ticaret ve sanat destgâhlarıyla İstanbul şehri böyle doğdu, durmadan serpildi; Dünyanın maddeten en güzel manen en özlü, en kıvamlı beldesi oldu. Fakat Arslanların nadanlar elinde kedi gibi küçülmesi nevinden, düştü düştü; bu günkü yoluk, yümünsüz halini buldu.
Bu gün bu muazzam vakıayı yalnız kâğıd üstünde bilmek mevkiindeyiz. Yani sadece dil ile ikrar ediyoruz. Fakat içimize işlemiş değildir. Henüz o zihniyeti benimsememiş olduğumuz aşikârdır. Bu hâdise gönlümüzde, müfekkiremizde yer tuttuğu, yani kalb ile de tasdik ettiğimiz gün, ancak o gün İstanbul tekrar ihtida edecektir.
Ekrem Hakkı Ayverdi