Y
ahya Kemal, Balkanlar için; “Türkler, bir deniz gibi Balkanlardan çekilmiş lakin tuzunu bırakmış, bütün o topraklar Türklük kokuyor.” diyor.
Balkanlar tam 500 sene boyunca, dağıyla taşıyla, kurduyla kuşuyla, tozuyla toprağı ile bize yar olmuş diyarlardı. Bu nazlı diyarlar daha sonra 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ile elimizden çıkmaya başlamış, Balkanlara yerleşen Türkler son 125 yıl uzun bir zaman diliminde büyük acılar, büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Fetih için başlayan gidiş, büyük bir muhacerete dönüşmüş, bu geri çekiliş Balkan Harbi’nde kırk gün gibi bir kısa zamanda olup bitmiştir.
Sistematik olarak yaptırtılan sürgünlerle, korkutmayla ve vahşetlerle bir millet Balkanlarda yok edilmek istenmiştir. Ama Türk’ün bıraktığı tuz tortuları halen Balkanlarda köprüler, hanlar, hamamlar, camiler ve mezarlıklarla erimemiş ve erimeyecektir… Kafilelerle Balkanlardan gelenlerin torunları hâlâ bir Rumeli Türküsünde dedelerinin o acı göçlerini hatırlamaktadırlar.
Türk milleti zor bir coğrafyada hayatını devam ettirmektedir. Bugünkü hayat hakkını da ne kadar zor şartlar altında kazanabildiğini de iyi bilmektedir. Bu vesile ile Balkan Savaşı’nı anlamadan Çanakkale’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı anlamanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Özellikle yarın ki Türkiye’ye yön verecek gençlerin bu olaylar dizisini iyi anlamaları ümidi ve düşüncesiyle kitabımı yazmaya gayret ettim. Takdir elbette sayın okuyucularındır…
Balkanlar, bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ, başka bir dağın dizine koyar dumanlı başını. Balkanların geçitleri zordur, aşılmazdır. Dereleri coşkuludur, hırçın kayaları diğer dağlara göre daha serttir, keskindir… Korku bu dağlarda bütün heybetiyle gezer. Bir zirveden diğer bir zirveye atlayarak daima büyür. İnsanların yüreğine zehirli yılan misâli çöreklenir. Yüreklerdeki korku artarak insanı esir alır.
Korku, Balkanlarda her ıssız taşın altına, dikenli çam yapraklarına, derin uçurumlarına siner. Güneş nazlı bir şekilde Balkan dağlarının göğsüne yaslanarak altın sarısı rengine bürünür. Gün dağların ve nice korkunun üzerine buralarda hep telâşla doğar… Gece, Balkanlarda daha karanlıktır. Zulme isyan edercesine başını kaldırmış zirvelerin üzerine bir perde misâli iner. Dağların eteklerine yayılır, derelerine çöker…
Korku, karanlıkla daha da büyür. Çiçeklerin en yabanisi Balkanlarda ayrı bir güzel açar. Her çiçeğin vahşi bir cezbesi, dağların sırtlarını kaplayan çimenlerin bir başka yeşili, gölün ayrı bir rengi ve kokusu, papatyaların ayrı bir sarısı ve beyazı vardır. Dağların bir kuşak boyunca çarpışıp yükselmesiyle oluşan o müthiş kırılganlık her yerde kendini kolayca belli eder.
Bu kırılganlık insanlarda da gözle görülür. 1877 yılında işte bu dağlarda başlayan kavga artık bir saldırıya dönüşmüş, Osmanlı’nın Plevne önlerinden çekilmesiyle artmış, 1912 yılına gelindiğinde bu dağlarda her Türk’ün endişesini mayalayarak büyümüş, o dağ silsilelerinde kin bir kasırga olmuştur.
İsmail Bilgin