E
rol Güngör tek başına bir milleti temsil ediyordu. Kendisi “Devlet Ebet Müddet” idealine gönül vermiş, bu aziz milletin ecdadından tevarüs eden asaletine tam manası ile inanmış idi. Nitekim cenazesine bütün millet sahip çıktı. Cenaze merasimine, Konyalılar konvoylar halinde katıldı. O sırada bu büyük alâkanın sebebini soranlara gözü yaşlı bir Konyalı şu cevabı vermişti:
– “Çünkü biz ilk defa camide bir rektör gördük beyim!…”
1938 yılında Kırşehir’de dünyaya gelen Erol Güngör babasından Osmanlıca öğrendi. Daha sonra notlarını Osmanlıca tutmaya başladı. Doğuş Dergisi’nin 15 Haziran 1983 tarihli sayısında merhumla ilgili bir makale yayımlayan Ahmet Rıfat; onun Osmanlıcaya olan vukûfiyetini anlatırken diyor ki:
-“Erol’u yirmi beş sene önce, o zamanki adıyla Robert Koleji diye bilinen, şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nde adını ilk defa işittiğimiz “Açık Oturum” denilen bir toplantıda tanıdım. Yetişmesinde büyük emeği olan hocası Mümtaz Turhan ile Nureddin Topçu, ve Mehmed Kaplan ile Mahir İz beyler konuşuyorlardı. Mevzu “Garplılaşmak”tı. O güne kadar hiç işitmediğimiz güzel ve doğru sözler söyleniyordu. Bunları kaçırmak istemedik. Aman şunları not etsek diye kâğıt ararken sol yanımdan bir ses;
–‘Ben not tutuyorum’ dedi.
Dönüp baktığımda şaşırdım kaldım. Gencecik birisi sür’atle ve eski yazıyla not tutuyor, bir kelime bile kaçırmıyordu.”
Aynı konuyla ilgili olarak Prof. Dr. Sabri Özbaydar ise şunları söylemektedir:
– “Geniş ve hazmedilmiş bir Osmanlı kültürü vardı Erol Güngör’ün. Fakültede hepimizin hocası olan rahmetli Prof. Mümtaz Turhan’ın bazen eski bir kelimenin Arapça kökünü veya tereddüt ettiği bir kelimenin eski yazıyla yazılışını ona sorduğu, onun hakemliğine bıraktığı olurdu. Mümtaz hocamız liseyi eski yazı günlerinde bitirmişti. Ve kendisinden otuz yaş büyüktü. Erol doğmadan tam on yıl önce ise Lâtin harfleri kabul edilmiş bulunuyordu.”
Ben de itiraf edeyim ki, merhum Erol Güngör hakkında bu yazıyı hazırlamak için okuduğum on onbeş makalede kalem sahiplerinin onun bu yönünden ortaklaşa ve sitayişle bahsettiklerini gördüm. O kadar ki merhum, İstanbul’un tarihi mezarlıklarından herhangi birine girdiği zaman mezartaşlarını hiç takılmadan ve gürül gürül okurdu.
Bu da gösteriyor ki Erol Güngör, Osmanlı kültürüne tam anlamıyla değilse bile, büyük bir oranda vâkıftı. Çünkü bu kültür dünyasına aralanan kapının adı “Osmanlıca” idi. Merhum bu özelliğiyle aynı zamanda Osmanlıca öğrenmenin zorluğuna dair ortaya atılan iddiaları ve serdedilen görüşleri fiilen çürütmüş oluyordu. Harf inkılâbından sonra doğan bir kimsenin bu kadar mükemmel Osmanlıca bilmesi başka nasıl izah edilebilir?
Burada hemen belirtmem gerekir ki, ellili, altmışlı, hatta yetmişli yıllarda basın dünyasına hâkim olan ünlü kalemler; şairler, romancılar, hikayeciler, gazeteciler notlarını Osmanlıca tutuyorlar, müsveddelerini keza Osmanlıca yazıyorlardı.
O yıllarda mürettiplerin, başka bir ifadeyle operatörlerin birçoğu eski yazı bildikleri için bu metinleri Lâtin harflerine çevirerek diziyorlardı. Bunların canlı şahitlerinden biri olan ve ‘Babıâli Üniversitesi’ni yüksek dereceyle bitiren Yaylacık Matbaası’nın sahibi faziletli insan Ali Sümbül, Kemal Tahir, Ahmet Emin Yalman gibi meşhurların eski yazılarını Lâtin harflerine çevirerek defalarca dizdiğini bir sohbet esnasında bana söylemişti.
İşin garibi Osmanlıca’ya bu kadar vâkıf olan bu adamlar, eski yazının zorluklarından, öğrenmesinin güç olduğundan sıkılmadan bahsederlerdi.
Konuşmalarında ve yazılarında bu minval üzere hareket eden Yusuf Ziya Ortaç, Yakup Kadri, Falih Rıfkı gibi yazarların arkadaşlarına hediye ettikleri kitapları Osmanlıca imzaladıklarını -bazı örnekleri kütüphanemde bulunduğu için- yakından biliyorum. Bunun en yakın şahidi ise Aziz Nesin’di. Onun da notlarını Osmanlıca tuttuğu bilinen bir gerçekti.
Erol Güngör ikindi güneşine benziyordu. Dolayısıyla gölgesi uzun ve yaygın, ömrü ise kısa oldu. 24 Nisan 1985’te 45 yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bu genç ilim ve irfan adamı artık eserleri ile yaşayacak, fatihalarınızla neşveyâb olacaktır.”