G
erek insan olarak, gerekse millet olarak gelecek zamanlarda da yaşamak istiyorsak; içinde yaşadığımız zamanda iyi, güzel, faydalı ve kalıcı şeyler yapmak zorundayız. Bundan dolayı her fert, “Neyim, ne yapacağım, ne yapmak istiyorum?” sorularına samimî ve mantıklı cevaplar vermek zorundadır. Kişinin bu sorulara doyurucu bir cevap verebilmesi için, her şeyden önce, millî bir kimliğe sahip olması gerekir.
Mefkûresiz ve gayesiz insan yığınları, devleti idare edenleri her zaman düşündürmelidir. Hele hele eğitimcileri! Bizim boş bıraktığımız insanımızı, başkalarının ne şekilde yetiştireceğini bilemeyiz. Bundan dolayı yetiştireceğimiz gence, onun geçmişini, geleneklerini ve millî değerlerini hangi metotla olursa olsun sevdirmeliyiz. Bu değerleri vermek yeterli değil, önemli olan sevdirmektir.
Yetkililer, eğitimciden girmediği derslerin parasını istemekten veya her hangi bir maddî karşılığı hak edip etmediğinden daha çok; her şeyden evvel ruhsuz, idealsiz, ülküsüz robotlar haline getirdiği çocuklarımızın hesabını sormalıdır.
Maddî ihtiyaçlara teslim olmuş bir eğitimciden ve bu ihtiyaçları kontrol peşinde koşan bir idareciden topluma kesinlikle fayda gelmez. Çünkü, kaybedilen her şey zamanla kazanılabilir ama, insan denilen hazineyi, gençliği boş şeylerle uyutarak kaybedersek, tekrar biraz zor kazanırız.
İdeallerin varlık savaşı verdiği günümüzde, gencimizi, her şeyden önce milletimizin güzel hasletleri ile yoğurmalıyız. Bunun yanında gencimize, kendisini ispatlayacak imkânlar da vermeliyiz. Böyle yapılırsa, gelecek günlerde basit ihtiyaçlardan doğmuş korkuların gölgesi değil, memleketimizin kalkınması için gereken hamlelerin oluşturacağı düş ve hayâllerin zengin parıltısı kendini gösterir. Böyle bir ortamda zaman, bizim lehimize işler. Kıymetini bildiğimiz zaman, bizimdir…
Kimlik meselesini halledememiş bir insandan, hiçbir şey beklenemez. O tip insanı nereye çekerseniz oraya gider. “Ne ekersen onu biçersin” sözünün gerçeği, gençliğe ne verirsek onu alırız. Millet tarlasına ekmediğimiz şeyleri, gençlikten nasıl bekleyebiliriz? Evet, bu noktada en büyük sorumluluk eğitimcilere düşmektedir. Yoksa gençliği boşuna eleştiririz.
Gençlikte bazı olumsuzluklar görüyorsak, önce eğitimcileri harekete geçirmeliyiz. “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesil, lâfla değil; çocukluk çağından itibaren verilen güzel terbiye ve bizi bir yapan değerleri vermekle yetişir.
Bayrak şairimizin “Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan” dediği gençliği nasıl yetiştireceğiz? Kültürümüzle… Eğer ben kendimi Türk milletinin bir ferdi olarak görüyorsam ve bundan da övünebiliyorsam; almış olduğum eğitimden dolayıdır.
Bir Fransız veya İtalyan gibi yetiştirilseydim, onlar gibi düşünür ve onlar gibi yaşardım. Burada eğitimcilerden duyarlılık beklemek hakkımızdır. Eğitimcilerimiz şuurlu ve samîmî olarak gencimize, kültürümüzün mayası olan “din, dil ve tarih şuuru” nu vermek zorundadır.
Gencimize din şuuru verilmemiş, inançsızlık neredeyse savunulur duruma gelmiştir. Ateist olduğunu rahatlıkla söyleyenlerin sayısı her geçen gün çoğalıyor. Bunun yanında dil şuurunu vermek bir yana, neredeyse güzel Türkçemizi bozmak için ne yapılması gerekiyorsa o yapılıyor.
Bin yıldır kültürümüz içinde yer alan çoğu kelimelerimizin karşılığını, artık sözlüklere bakarak buluyoruz. Hele tarih şuuru… Dünü bilmeyen, atalarının faziletlerinden haberi olmayan bir kişinin, gelecek zamana milletinin damgasını vurması mümkün mü?
Gencimize, geniş ufuklar çizecek ve dünyaya bakış açısını oluşturacak yüksek idealleri vakit geçirmeden vermeliyiz. Köksüz bir ağaç nasıl ufak bir zorlama ile sökülürse, memleket coğrafyasına yüce değerlerle bağlanmayan insan da, bir gün yabancı biri olacaktır.
Sonuç olarak, bir kimlik arayışı içinde olan gencimizi, tarihimizin süzgecinden geçirdiğimiz millî değerlerimizle yoğurmalıyız. Bunu yapmak “gaflet” ten öteye “ihanet” e kadar gider. Çünkü, birkaç kişinin değil, zincirleme kuşakların ruhen çökertilmesi sözkonusudur.
Abdullah Çelik