1
983 yılında resmî bir vazifeyle Pakistan’a gittik. Cumhurbaşkanı Ziya-ül Hak hayatta idi. Bizi, bir öğlen yemeği için kalmakta olduğu Beyaz Saray’a davet etti.
Sofra başında dedi ki: “İstedim ki Türk kardeşlerim, ülkelerine gitmeden önce bir öğlen yemeğinde benim soframı şereflendirsinler!”
O yıllarda, Pakistan Büyükelçimiz Baki İlkin de soframızdaydı. Ben de cevaben dedim ki:
“Bu dâvetiniz, bizim için olduğu kadar, çocuklarımız için de büyük şereftir. Derin minnettarlığımızı arz ederim. Türkiye’de biz deriz ki: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur! Pakistanlılar müstesna! Biz millet olarak Pakistan’ı ve Pakistanlıları çok seviyoruz!”
Benim bu sözlerim üzerine Ziya ül Hak şunları söyledi:
“Biz de Türkiye’yi ve Türkleri çok seviyoruz. Siz, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Millî Mücadele bayrağını açtığınız zaman, biz daha İngiltere hâkimiyetinden kurtulmamıştık. Bağımsızlığımızı kazanamamıştık. O yıllarda, bizim bir Şeyülislâmımız vardı. İsmi Ahmet Medenî idi. İngiltere devleti ona çok baskı yaptı. İstedi ki Şeyhülislam Efendi Türkiye’nin ve Millî Mücadelenizin aleyhinde bir fetva versin. Ahmet Medenî, İngilizlerin istediği fetvayı vermedi. Ona çok baskı yaptılar.
Ahmet Medenî İngilizlere dedi ki:
-Dilimi kesseniz Türkiye aleyhine bir fetva hazırlamam! Siz değil Türkler benim dilimi kesseler, ondan ayaklarına çarık yapsalar Türkiye’nin ve Türklerin aleyhinde tek kelime yazmam ve söylemem!..
Ve yazmadı ve söylemedi. Böyle davranışıyla bütün milletimizin duygularına tercüman oldu! Daha çok sevildi, sayıldı!”
Bir başka gün, başkent İslâmabad’da yaşlı bir profesör bize dedi ki:
“Siz, Milli Mücadele yıllarında, emperyalist Batı’ya karşı çarpışırken ben yakın bir arkadaşımla birlikte Türkiye’ye gelmek, sizin ordularınızın saflarında düşmanlarınıza karşı savaşmak istedim. O münasebetle burada, ilgili mercilere başvurduk. Talebimizi kabul etmediler.
Gerekçe olarak dediler ki: “Siz daha 17 yaşınıza yeni girdiniz. 18 yaşında olmadığınız için yurt dışındaki bir savaşa katılamazsınız. Yaşımız tutsaydı. Türk ordusu saflarına mutlaka katılacaktık. Çünkü Türk olmak, Türklerle beraber Türk’ün düşmanlarına karşı savaşmak bir şereftir! Biz o şerefi maalesef yaşayamadık!”
Bir de Necip Fazıl Kısakürek’i çekip çeviren Abdülhakim Arvasî Hazretleri‘nin bir açıklaması var. Diyor ki:
“Ben seyyidim. Yani Türk değilim. Ama dünyada üç Türk kalsaydı, o üç Türkten biri ben olmak isterdim. Dünyada iki Türk kalmış olsaydı, o iki Türk’ten biri ben olmak isterdim. Dünyada tek Türk kalmış olsaydı, o Türk, ben olmak isterdim!..” Türk olmak, Türkle beraber yaşamak, idrak ve iz’an sahipleri için şereftir. Bilmem anlatabildim mi? “