T
ürk, dünyanın ve tarihin en eski kavimlerden biridir. Çeşitli tarihi belgelerden öğreniyoruz ki, bu kavim, aynı zamanda tarihin kaydettiği en medeni ve dinamik “içtimai ırklardan” biridir. Öte yandan, bu kavmin dikkati çeken bir yönden de kavimler gibi “ putperest” olmayışıdır. Yani Türklerin yontulmuş ve müşahhas tanrıları yoktur.
Türkler, bütün tarihleri boyunca, hep “ doğrusu” olan dini aramışlar. Musevilik, İsevilik başta olmak üzere çeşitli dinlere girip çıkmışlardır. Türlerin eski dinleri olan “ Gök-Tanrı” dininde de “ Tanrı tek”tir ve asla müşahhas bir varlık değildir, fezaları ve semaları istila eden yüce bir varlıktır. Kaldı ki, bu dinde, Cennet (Uçmak), Cehennem (Tamu), İblis (Yalbız), Melek (Erçin), Ahiret (Öte dünya), Peygamber (Yalvaç)… inançları.
Öyle anlaşılıyor ki, Şanlı Peygamberimiz’den önce, buradan da birçok peygamberler gelip geçmişlerdir. Nitekim, yüce dinimizden öğrendiğimize göre, bütün zaman ve mekânlara peygamberler gönderilmiştir. Böyle olunca, hiç şüphesiz, Orta-Asya’dan da kim bilir kaç peygamber gelip geçti? Çünkü, Cenab-ı Hak, bir peygamber göndermedikçe, hiçbir kimseye ve kavme azap etmeyeceğini bildirmektedir. Bu hususta, yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“ Biz, bir peygamber gönderinceye kadar azab ediciler değiliz” (El-İsrâ/15)
Bu açıklamalardan sonra, şu noktaya gelmek istiyoruz: Şanlı peygamberimiz’in tebliğleri ile şereflenmeden önce, bütün Türkler, kâfir değildi. Kimi Musevi, kimi İsevi, kimi de yukarıda belirttiğimiz tarzda “muvahhid” idi. Tıpkı, putperest Araplar’ın arasında bulunan “Hanif”ler gibi Türkler’in içinde de doğru inanan çoktu.
Kısaca, belirtirsek, Türkler, adeta, bütün tarihleri boyunca, İslam’ı aramışlar ve beklemişlerdir. Nitekim, İslam’la karşılaştıkları zamanda aradığını bulan insanların heyecanı ile kitleler halinde Müslümanlar olmuşlardır. Bihassa, ilk Müslüman hakan olan Abdulkerim Satuk Buğra Han’dan sonra, başta Karahanlı’lar olmak üzere, bütün Oğuz ve Türk beyleri İslam’â koşmuşlardır. Böylece 10.asırdır, hemen hemen bütün Türk âlemi, İslam ile şereflenmiş, bulunmakta idi.
11. asırda ise Türklük, artık İslam’ın hizmetinde ve “ İla-yı Kelimetullah” için canla başla çalışacak, birçok İslam büyüğünün de belirttiği üzere, Eshab-ı Kiramdan sonra, İslam’ı yücelten en büyük millet olacaktır. Selçuklu, hakanı Tuğrul Bey, “Sultan-ül Müslimin” ünvanı alacak, “tevhid bayrağını” yücelterek elden ele, nesilden nesle devredecek, Nihat Osmanoğullarından Yavuz Sultan Selim Han ile “ Şanlı Peygamberin Kutlu Vekili” olmakla zirveye ulaşacak idi.
Türkler,yalnız askeri sahada değil, içtimai, iktisadi, ahlaki, bedii ve fenni konularda büyük eser ve hamlelerde İslam Dünyası’nın şanını ve şerefini yüksek tutmasını bilmişlerdir. Gerçekten, Selçuklu ve Osmanlı kültür ve medeniyeti bunlara ait eser ve belgeler, incelendiğinde, hayran kalmaktadır. Kendi zamanın en ileri, teknolojisine, mimarisine, toprak sistemine, devlet teşkilatına, hukuk sistemine, bediî mahsullerine, tıbbına, ilmine ve fennine sahip olmuş, dünya çapında ilim ve fikir kadroları yetiştirilmiş, 11. asırdan 17.asrın başına kadar, Türk-İslam medeniyeti, insanlık âlemine ışık tutmuştur.