T
ürk ve İslâm tarihinin en muhteşem devri Osmanlı Devletinin eseridir. Onlar millî ve İslâmî mefkurelerinin dâhiyane terkibi, siyasî istikrar ve içtimaî adaletleri sayesinde üç kıt’anın ortasında ve Akdeniz havzasında beşer tarihinde “Nizâm-ı âlem” dâvasının en kudretli temsilcileri olmuşlardı. İslâm dinin beşeriyeti saadete, adalete ve insanlığa eritirmek için ilân ettiği yüksek esaslar ve dünya nizamı mefkûresi de en ileri derecesini Osmanlı devrinde gerçekleştirmiştir.
Kuvvetli bir merkeziyetçi sisteme sahip olan Osmanlı devleti, ayrıca devrin en ileri sosyal nizâm ve adaletini de kurmuş, içtimaî bünye itibariyle de demokratik bir hüviyet kazanmıştır. Osmanlı imparatorluğu kavimler, dinler ve mezhepler arası sağlam bir ahenk, halk kütleleri arasında içtimaî adalet kurmakla milliyetler arasında hiçbir fark ve tezada müsaade etmemekle dünya tarihinde milletlerarası en kudretli cihânşümul bir siyâsî câmiayı teşkil ediyordu.
Osmanlı devleti ve sultanlarının dâvaları da, kendi tâbirleri ile, “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, imparatorluğun vücudu hikmeti ve cihâdı da bu millî, İslâmî ve insanî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti mefkûresine dayanıyordu. Bu mefkûre cidden Türk, İslâm ve Dünya tarihinde en yüce derecesini bulmuş ve din adamlarıyla birlikte devletlerini kurmuşlar; onlara hizmet, evliyanın dualarını almak ve ellerini öpmek en kudretli ve cihangir padişahların âdeti olmuş; en ciddî meselelerde âlimlerin fetvaları da azametli padişahların kararlarını değiştirmeye kâfi gelmiştir.
Esasen eski Türk hâkanlarının meclis müesseseleri gibi, Selçuklu ve Osmanlı sultanları da devlet meselelerini daima müzakere eden bir “Dîvân teşkilâtına” sahipti. Devletin veziri, ilim ve ordu, idare adamları burada toplanırdı ve mühim meseleler içinde “Padişahım bu iş gayrı işe benzemez, ferman buyurun Dîvân’da müşâvere olunsun” gibi ihtar ve ikazlar çok dikkate şayandır. Bu devlet nizamı içinde padişahların bile, askerler gibi Mîrî toprak üzerindeki Has’ların gelirine dayanan mâişetleri onları (sultanları) bile temsil ettikleri devlet ve cemiyetin bir yüksek memuru hâline getirmişti.
Muhteşem câmi, kervansaray, hastahane ve medreseler inşa eden Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının kendileri için çok mütevazi saraylar yapmaları onların mefkûrevî vasıflarını ve umumî efkârın hassasiyetini maddileştiren misallerdir. Böylece eski Türk hâkanları gibi Müslüman Türk sultanları da hâkimiyetlerinin ilâhî teyide mazhar olduğuna inanıyor; Cihângir ve “Padişah-ı âlem penâh” sıfatlarını taşıyorlardı. Bununla beraber millî şuur ve demokratik ruh icabı yine de istipda da sapmıyorlardı.
Osmanlı devletinin kudsiyeti, başta sultanların ona inancı ile yaşıyor ve muazzam Osmanlı kudreti bu nizâm ve ahenk içerisinde vücud buluyordu. Bu siyâsî kaynaşması Osmanlı Cihân hâkimiyeti ve dünya nizamı dâvasını kuvvetlendiriyor; medenî, teknik ve askerî üstünlük, disiplin de bu büyük kudretin kaynaklarını teşkil ediyordu.
Bununla beraber bütün maddî-mânevî kuvvetlerin başında da Osmanlı hânedanı ve padişahları bulnuyordu. Nitekim bu hânedanın devletin kuruluşundan II. Selim’e kadar süren 2,5 asırlık yükseliş devrinde, birbiri ardından, hep büyük ve dâhi insanlar yetiştirmesi ve dünya tarihinde böyle bir hayatiyete sahip başka bir devlet ve hânedan bulunmaması ilâhî bir irade sayılıyor ve bu sebeble de Osmanlıların kudsiyetine inanılıyordu.
Gerçekten bu gazi ve muhteşem padişahlar, millî ve islâmî mefkûreleri, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet vatan ve millet uğrunda sonsuz fedakârlıkları, adaletleri, tevâzuları, siyasetleri, büyük din ve devlet adamlarını büyük dâva istikametinde toplamaları sayesinde öyle sağlam bir devlet kurdular ki, normal veya zayıf padişahlar zamanında bile bu yüksek devlet makinesi asırlarca hayatiyetini göstermiş; padişahların ilâhî kudretle teyid olunduklarına inanılmış ve bu sebeple de devletin kudsiyeti kanaati yerleşmişti.
Hattâ Fâtih bir konuşmasında: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur” cevabını verir. Buda Fâtih’in İslâm ve cihân hâkimiyeti dâvasında ve büyük bir irade ve kudrete sahip olduğunu gösterir.
Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ve daha başka Türk hânedanları hatta Beylikler hep 2500 yıllık Oğuz Han veya Alp Er Tunga’ya mensup bulunmakla iftihar ediyorlardı. Nitekim büyük bir fâtih olmasına rağmen Timur, bir türlü “Han” veya “Sultan” unvanını alamamış ve “Emîr” olarak kalmıştı. Bu sebeble Müslüman Türkler “Âl-î Osman’ı” hem oğuz Han soyuna mensup bulunmakla ve hem de İslâmiyete ve Türklüğe büyük hizmetler yaparak şan ve şeref kazandırmakla mukaddes saymışlardı. Böylece, önce Selçuklu hânedanı, daha sonra Osmanlı hânedanı gibi, menşei, İslâmiyete hizmetleri ve bu sıfatları dolayısiyle Türk-İslâm dünyasında kudsiyet kazanmışlardır.
Nitekim tanınmış araştırıcı Bernard Lewis’in şu tesbiti de, bu düşüncemizi teyid etmektedir:
“Kuruluşundan düşüşüne kadar Osmanlı İmparatorluğu, İslâm gücünün ve inancının ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi. Osmanlılar altı yüzyıl, ilkönce, esas itibarile başarılı olarak Avrupa’nın geniş bir kısmında İslâm hâkimiyetini kurma çabasıyla, daha sonra da Batının amansız karşı saldırısını durdurmak veya geciktirmek için uzun süreli artçı harekâtıyla, hemen hemen devamlı olarak Hristiyan Batı ile savaş hâlinde idiler.
Yüzyıllar boyu süren bu mücadele, Türk İslâmlığının ta köklerindeki kaynaklarıyla, Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısını etkilememezlik edemezdi. Osmanlı Türkü için, bütün ilk İslâm anayurtlarını kapsıyan imparatorluk, İslâmiyetin tâ kendisi idi.
Osmanlı vakayinâmelerinde imparatorluğun toprakları “Memalik-i İslâm”, hükümdarları “İslam padişahı”, orduları “Âsâkir-i İslam” dinî başkanı “Şeyhülislâm” olarak adlandırılırdı; onun halkı kendini her şeyden önce Müslüman sayardı. Daha önce gördüğümüz gibi, Osmanlı Türkleri kendilerini İslâmlık ile özdeş görmüşler, diğer her hangi bir İslâm milletinden çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmlık içinde eritmişlerdi. “Türk” kelimesi Türkiye’de hemen hemen kullanılmaz iken, Batıda Müslüman’ın eşanlamı hâline gelmesi ve Müslüman olmuş bir batılıya, “Türk olmuş” denirdi.