M
elzingirt 16. asırda Osmanlı Devleti ile Avrupa’yı şöyle kıyaslamaktadır:
“Kanuni Sultan Süleyman’ın imparatorluğunda adalet hâkim iken Avrupa’da Charles Quint, rüşvetler sayesinde imparator olmuştur.
Sultan Süleyman bir gün Süleymaniye Camii’ni inşa ettireceği arsa üzerindeki bir Yahudi’nin evini parasıyla istimlâk etmek istedi. Yahudi bu satışa razı olmadığından Sultan müftüye müracaat etti. Müftünün kararı şu idi: ‘Ancak bir mukavele ile Sultan bu evi kiralayabilecekti.’
“Bu karara Sultan boyun eğmiştir. 0, üstelik dünyanın o devirdeki en büyük devletinin başkanı olarak Yahudi’nin ufak evini zorla almazken; Portekiz kralı Yahudilere ‘program’ yaptırıp, ateşte diri diri yakıyordu. (Y. Öztuna: A.g.e).
İngiltere’nin İstanbul sefareti memurlarından Ricault meşhur eserinde şunları yazmaktadır:
“Osmanlı ordusu hareket halinde iken; geçtiği yerlerdeki ahalinin, yağmaya uğrama, kız ve kadınlarına taarruz edilme gibi ahvalden şikâyet ettikleri vaki değildir.
Askerler ahaliye kötü muamele etmezler sahip olmak istedikleri eşyayı pazarlık yaparak ve bedelini peşin ödeyerek satın alırlar. Bence bu adalet ve hakkaniyet halidir ki Türklerin muvaffakiyetine sebep olmakta ve imparatorlukları gittikçe büyümektedir (İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Devlet Teşkilatında Kapıkulu Ocakları c. 2. s. 259).
Osmanlı adalet anlayışının sırrını açıklayan ve birçok tarihçinin dikkatini çeken Slovak tarihçisi Michael Matunak bölgedeki Avusturya ve Osmanlı hâkimiyetlerini mukayese ederken şu tespiti yapmaktadır:
“Ocava ismindeki köy halkı Avusturya’ya tabi olduğu devirde her zaman ormanlara kaçıyordu. Şimdi yani Osmanlı hâkimiyetini kabul ettikten sonra devamlı olarak evlerinde rahat rahat oturuyorlar.”
Erdel Beyi Betlen Gabor 1626’da şunları yazıyordu:
“Rahmet-i Rahman’a kavuşan Sultan I. Ahmed’den çok iyilik gördük. Eğer çocuklarına ve Osmanlı devletine karşı nankörlük edersek Türkiye’de yediğimiz ekmek ve tuz gözümüze, dizimize durur.”
Fransız gezgini ve yazarı A. L. Castellan, “Teb’asının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hakim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut Şeyhülislâmın fetvalarından üstün değildir” diyor (Moeurs, usages, costumes, des Othomans et abrégé de leur historie 1812, c.3, s. 14-15).
Bu ifadeler Osmanlı adaletinin yabancılar tarafından da takdiridir.
Şimdi de M. Porter’i dinleyelim:
“Kur’an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir.
Savaş, ya da barışla Osmanlı hakimiyetine giren Hristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer.
Padişah Hıristiyan ahalinin haklarının da muhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarı görmeye imkân yoktur.”
İngiliz yazar Th. Thornton, “Osmanlılarda insan en değerli varlıktır. Çünkü Kur’an böyle diyor. Bu durumda insana baskı ve şiddet uygulanabilir mi?” (Th. Thornton, 1807) diye sorarken, A. Ubicini şunu yazıyor:
“Bütün Osmanlılar içinde hayat şartlarının eşitsizliğinden şikâyet edebilecek yegâne insan padişahtır. Aynı zamanda hem herkesten üstün, hem herkesten aşağı bir vaziyette bulunan padişah istediği gibi bir evlilik yapma yetkisinden bile mahrumdur.” (S. 122)
“Osmanlı ülkesinin hiç bir tarafında, Avrupa’da olduğu gibi, kendini halktan üstün sayabilecek beylerle asilzâdelerden oluşmuş hiçbir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur.” (Histoire générale des Turc, Paris, 1662).
“Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâm kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım.” (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877).
Yavuz Bahadıroğlu