T
âbi beylikten devlet statüsüne kavuştuktan sonra Türk topraklarını zaptetme politikasını ısrarla takip ve devam ettiren Rusya ile Osmanlı Devleti arasında, tarih boyunca birçok harp meydana gelmiştir. İlk zamanlarda Osmanlılar’ın üstünlüğü ile neticelenen bu harpler, XVIII. Yüzyılın başlarından itibaren Rusya’nın lehine dönmüş ve Osmanlı Devleti, Kafkaslar’da ve Balkanlar’ın kuzeyinde önemli topraklarını kaybetmeye başlamıştır bir yazarımız;
“Bugün hiçbir Türk ve Müslüman aile gösterilemez ki bir veya birkaç evlâdını Moskof muharebelerinin birinde şehit vermemiş olsun; Memleketimizde tütmeyen ocakların her biri diğerine bir Rus muharebesinde bestelenmiş sessiz bir feryadı tekrar ediyor; Köylere, tarlalara niçin harap olduklarını sor: Hemen cevap verirler ki onları imar için çalışan kol, bir Moskof savaşında kırıldı; Bu ülkenin doğusunda, kuzeyinde bir avuç toprak bulunmaz ki Türk’ün Moskof eliyle dökülmüş mübarek kanını içmiş olmasın*” sözleri ile taraflar arasındaki mücadeleyi çok güzel şekilde dile getirmiştir.
Moskof Yayılmacılığı
Rusya, başlangıçta Altınordu Devleti’ne bağlı Moskova Knezliği (beyliği) halinde iken Timur’un Altınordu Devleti’ni yıkması ile bağımsız bir devlet haline gelmiş ve Sultan II. Bayezid zamanında, 1497’de Kırım Hanı Mengligiray’ın tavassutuyla Osmanlı Devleti ile ilk diplomatik münasebetini kurmuş ve nihayet 1497’de de ilk elçisini İstanbul’a göndermiştir.
Bu şekilde Osmanlı ile siyasî münasebetini kuran Moskova Knezliği, bu tarihten itibaren gözlerini Türk ülkelerine dikmiş; 1552’de Kazan ve 1556’da Astrahan hanlıklarını ülkesine katarak türk illeri ve Kafkasya’ya doğru yayılmaya başlamıştı. Nitekim bu son işgallerle Moskova Knezliği’nin nüfûzu İdil Havzası’nı aşarak Kafkaslar’a kadar uzanıyor ve böylece Rusya’da Çarlık idaresi tesis edilmiş oluyordu.
Rusya’nın yayılma politikası, 1689’da çarlığı elde eden I. Petro zamanında belirlenen dış politika ile yeni bir merhale kaydetti. Zîra Petro, büyük Rusya’yı kurmak için, Ortodoksluğun merkezi saydığı İstanbul’u almayı ve sıcak denizlere inmeyi plânlamış ve bu ideali haleflerine vasiyet etmişti.
Petro, 1696’da Karadeniz’in kilidi sayılan Azak’ı almak suretiyle Orta Asya ve Kafkasya’ya yayılmasına ek olarak Karadeniz’e de çıkmış oluyordu. 1711’de yapılan Prut Harbi’inde Çar Petro büyük bir hezimete uğratıldı ise de Rusya’nın genişleme politikasına set çekilemedi ve 1721’de Rusya’da imparatorluk ilân edildi. Bundan sonra Rusya, Osmanlı’nın içinde bulundu zor durumlardan istifadeyle savaş açmaktan çekinmeyecektir.
Nitekim XVIII. Yüzyıl içinde 1736-1739, 1768-1774 ve 1787-1792 harpleri yapılmış; ilk harb Osmanlı’nın üstünlüğü ile bitmişse de diğerlerinde Rusya başarılı olmuş; özellikle 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile önemli toprak parçaları kazanmanın ötesinde, Osmanlı tâbiiyeti altında yaşayan Ortodokslar’ın da hâmiliğini elde etmiştir.
1784’te bir Türk ve Müslüman beldesi olan Kırım’ı işgal eden Rusya’ya karşı girişilen 1787 harbinde, Kırım’ı kurtarmak mümkün olmadığı gibi yeni yerler de kaybedildi. Bundan sonra Karadeniz kıyılarına ulaşan Rusya, Karadeniz’in kuzeyindeki Türk hâkimiyetine kısmen son veriyor ve Karadeniz artık kapalı Türk denizi olmaktan çıkıp, iki devlet arasında mücadele sahası haline geliyordu.
Rusya’nın Osmanlı Türkiyesi ile hemhudut olması, son Gürcistan Krallığı’nın 1801’de Rusya’ya bağlanmasıyladır. Dolayısıyla bundan sonra meydana gelen savaşlar Artvin ve çevresini de yakından ilgilendirecek ve etkilenecektir.
“93” Felâketi
Yeni bir savaş hazırlığı içinde olmayan ve bir başka devletin yardımını da sağlamayan Osmanlı Devleti, bu harpte çok ağır bir yenilgiye uğradı ve birçok yerler Ruslar’ın işgâline düştü. Bu savaş Kür ve Çoruh havzasında yaşayan halka da çok pahalıya mal oldu. Çünkü Mayıs 1877’de düşman eline geçen Ardahan’ın yağmalanması ve ateşe verilmesi üzerine bölgedeki Türk kuvvetlerinin bir kısmı Sahara geçidinden, bir kısmı da Bilbilan üzerinden Ardanuç ve Şavşat’a doğru çekilmeye başladı. Batum üzerinden bütün gücüyle yüklenen Rus kuvvetleri ilerlemesini sürdürürek Batum, Artvin, Oltu ve Kars’ı işgâl ettilerse de Şavşat’a giremediler.
Anadolu cephesinde böylesine bir hezimet yaşanırken, Rumeli’de de durum farklı değildi. Önce Filibe’ye, ardından Edirne’ye kadar çekilen Türk kuvvetleri orada da tutunamayarak çekilmesini sürdürünce Rus kuvvetleri “Ayastefanos” da denilen Yeşilkey’e kadar geldiler. Bu çekiliş esnasında asrın en büyük vahşet ve katliâmı yaşandı. Ruslar ve Bulgarlar, çocuk, kadın ve yaşlı demeden onbinlerce Türk insanını katlettikleri gibi, İstanbul’a doğru göç etmeye çalışan bir milyondan fazla insanın yarısından çoğu da yollarda açlıktan, susuzluktan ve çetelerin baskınlarından telef oldu.
Bu tarihten itibaren bölge halkı için millî felâket sayılabilecek gelişmeler yaşandı. Zîra, Rus hâkimiyeti altında yaşamak istemeyen binlerce insan vatanını terk ederek Çoruh vadisiyle Bayburt üzerinden binbir zorlukla Anadolu’ya doğru göçmeye başladı. Bu göç sırasında binlerce insan telef olurken sağ kalanlar İç ve Batı Anadolu’ya kadar uzandılar. Sayıları kesin olarak bilinmeyen bu muhacirler, Samsun, Çorum, Tokat, Yozgat, İzmit, Adapazarı ve özellikle Bursa gibi illerimize yerleştirilmişler ve bunlar ilk zamanlarda “93 Muhaciri” diye adlandırılmışlardır.
*Süleyman Nazif – Batarya ile Ateş.