T
ürk milletinin üstün vasıfları vardır; cömerttir, cesurdur, merttir, en mühimi de müşfik ve merhametlidir. Meşhur tarihçilerimizden Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: “Türk’ün eşkıyası dahi merhametlidir.” Üstad Necip Fazıl da “Türk’ün sarhoşu dahi Allah! diye nâra atar” sözüyle Türk milletinin şuuraltında, sarhoşken bile, Allah korkusuna işaret eder. Türk milletinin merhameti fıtrîdir. Yani Allah vergisidir. Savaşta da gösterdiği asâletini, merhametini tarihçiler yazmaktadır.
İslamiyet tam bir merhamet dinidir. Kul ve hayvan haklarına riayet etmemek en büyük günahtır. Bu günahlar tövbe etmekle, pişman olmakla af edilmez. Hak sahiplerinin haklarını yerine getirmek ve helalleşmek lazımdır. Hayvan hakkı, kul hakkından daha önemlidir. Çünkü hayvanlarla nasıl helalleşeceksin?!.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (aleyhisselam): “Merhamet etki merhamet olunasın. Yeryüzündeki mahlûklara acımayana göktekiler acımaz. Her canlı hayvana yapılan iyiliklere de sevap vardır” buyurmaktadır. Deve, boğa, koç, horoz dövüştürmeyi İslamiyet yasak etmiştir. Bu dövüşler kumar olarak yapılırsa haram ve daha büyük günahtır.
Biz bu makalemizde Türk milletinin hayvan sevgisinden, merhametinden misalleri, özellikle Avrupalı seyyahların kitaplarından ve hâtıralarından vereceğiz. Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Avrupalılar, hâtıralarında Türklerin kuşlara, sokak kedi-köpeklerine, atlara, yük hayvanlarına gösterdikleri sevgiden, bakımları için kurdukları vakıflar ve tedavi merkezlerinden, hayvanları korumak için çıkartılan kanun ve vakfiyelerden sık sık bahsetmektedirler.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Fransa Elçisi olarak Türkiye’ye gelen Busbeck “Türkiye Mektupları” isimli eserinde Türklerin atlara davranışları hakkında şöyle diyor: “Türklerin at uşakları(bakıcıları), atları çocuk gibi okşar ve asla dövmezler. Oysa bizimkiler bu hayvanları ancak, bağırarak ve sopayla vurarak terbiye edeceklerini sanırlar. Türklerde yirmi yaşına gelmiş atları, benim sekiz yaşındaki atlarımla aynı zekâ ve fizikî kuvvette görmek mümkündür.
Neredeyse Atları Evlerine Sokacaklar
Türkler atlarını olabilecek bütün yumuşaklıkla terbiye ettiklerinden, Türk atları kadar yumuşak başlı, sahiplerini veya bakıcılarını daha iyi tanıyan başka hayvan yoktur. Kapadokya’ya giderken köylülerin taylara gösterdikleri ihtimamı, onları nasıl okşadıklarını, nerede ise evlerine sokacak ve hatta sofralarına alacak kadar şefkatli davrandıklarını gördüm. Bunun için atlar insanlara karşı derin bir sevgi gösterirler. Bu sebeple, çifte atan, ısıran veya inatçı ata pek rastlanmaz. Ama bizim usulümüz ne kadar farklı Tanrım! Bizdeki alışkanlığa göre at uşakları durmadan tehdit edici bir sesle bağırarak ve böğürlerine vurmaya hazır bir sopa bulundurmaktan başka uygulanacak bir şey yok sanıyorlar.”
Müslüman Kedisi
Türk dostu Fransız yazar Claude Farrere, İstanbul’a ilk geldiğinde, bir kedi gemilerine girer, insanlardan hiç kaçmaz. Daha önce İstanbul’a gelmiş olan gemicilerden biri,“Bu Müslüman kedisidir” der. C. Farrere başlangıçta bu sözü yadırgar. Ancak şehri gezerken kendisi de durumu yakinen anlar. Hâtıralarında, İstanbul sokaklarında Müslümanların kedi ve köpeklerinin yanlarına yaklaşıldığında insanlardan hiç kaçmadıklarını; oysaki Müslüman olmayanların kedi ve köpeklerine yaklaşılınca, hayvanların selameti kaçmakta bulduklarını söyler.
17. asır ortalarında İstanbul’da bulunan Fransız şarkiyatçı ve arkeolog Antoine Galland da Türklerin kuşlarla, leyleklerle iç içe yaşadıklarını, onlara çok iyi davrandıklarını, bunların da insanlardan kaçmadıklarını, yuvalarını her yere; yollar üzerindeki ağaçlara, evlerin çatılarına ve direkler üzerine yaptıklarını kaydetmektedir.
Fransız yazarı Georges Castellan, 1811’de kaleme aldığı yazılarında “Bir Türk binası inşa edilirken güvercinlerin ve diğer kuşların susuz kalmamaları için münasip yerlere yalaklar yapmak, Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez özelliğidir” ifadesini kullanmaktadır.
Kuş Azadı Âdeti
Fransız seyyah Jean Thevenot, 1650 senesinde Türkiye’de gördüklerini şöyle anlatıyor: “Osmanlılar kuşlara ve hayvanlara çok şefkatlidir. İnsanlar kuş pazarlarına giderek kuşları satın alır, sonra da hemen azat eder, yani uçururlardı. Böylece bu kuşların mahşer günü kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı.” II. Bayezid Han, kendi ismiyle anılan caminin inşası esnasında hazırlanan “Bayezid Vakfiyesi”nde kuşlar için her yıl harcanmak üzere 36 altın lira yem parası tahsis etmişti.
Osmanlılar, kuşlar için câmi, türbe, han, hamam, medrese, çeşme ve bedesten gibi binaların özellikle güney cephelerine, âdeta dantel gibi işlenen zarif, estetik bakımdan mükemmel barınak, yuva yaparlardı. Bunlara “kuş evi” veya “âşiyan” denir.
Avrupa’da daha hayvan hakları yok iken Bursa’da “Gurabâhâne-i laklakan” ismiyle leylekler ve diğer kuşlar için hastane yapıldı. Bu hastanede sakat, yaralı, uçamayan, göç sürüleriyle gidememiş leylek ve diğer kuşların tedavi ve bakımları yapılırdı. Tarihçi ve edebiyatçıların eserlerinde sık sık konu edilen bu bina, yakın zamanda Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi.
Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye camisinin inşasında yük taşıyan hayvanların bakımları, taşıyacakları yüklerin ağırlıkları ile ilgili pekçok ferman çıkarmıştır. Osmanlı’da top çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmaz; ölene kadar iyi bakılmaları için maaşa bağlanırdı.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu da şunları kaydediyor: “Osmanlı döneminde gemiler bakım için tersane havuzlarına alındığında, havuzun suyu bostan dolaplarıyla boşaltılırdı. Bu iş için dolap mandaları koşulurdu. Askerlik vazifesi tersaneye çıkanlardan nakdî bedel kabul edilmez, bir manda alınırdı. Bu şekilde askerlik süresini dolduran mandalara ‘terhis tezkeresi’ verilerek tören yapılırdı. Bu terhis tezkeresi, mandanın boynuzları arasına sırmalı bir kordon ile takılırdı. Köyüne gönderilen mandalar merasimle karşılanır, bir daha koşulmazdı.”
Sultan II. Mahmut zamanında, 18 Temmuz 1824’de (Sicil 154, Varak 23) verilen emirnâmede de şöyle denilmektedir: “İstanbul iskelelerinde kömür, kereste, kireç, zahire ve diğer malzemelerin taşınması için at ve eşeklerin her gün güneşin doğuşundan ikindi vakitlerine kadar çalıştırılmalarını ve cuma günlerinde bütün gün tatil yaptırılmalarını, yüklerini gerekli yerlerine götürdükten sonra geri dönerken onların üzerine binilmesini engellemek için semerlerin üzerine çakılan vukiyyeleri (demirden çiviler) çıkarmamalarını tembih ve sıkı bir şekilde kontrol edin.’’
İsveçli Ermeni diplomat D’ohsson diyor ki: “Türklerde hayırseverlik o derecedir ki, hayvanları bile içine alır. Hiçbir kimse hayvanlara kötü muamele etmez ve ettirmez. Bir kimse devesine, atına veya katırına fazla yük yüklese, hayvanı fazla yorsa, polis derhal buna müdahale eder, eziyeti önler ve hayvanı dinlenmeye sevk eder; buna salahiyeti vardır. Her gün bu gibi hareketlerin misalini görmek mümkündür ki, bütün bunlar, hiç şüphesiz, Türk milletini şereflendirmektedir.”
Köpekler Eve Sokulmazdı Ama…
D’ohsson daha sonra şöyle devam ediyor: “Temizlik kaideleri bakımından Türkiye’de köpekler eve sokulmaz ama millet bunları da beslemeye ve alıştıkları mahallerinde muhafazaya dikkat eder. Birçok vatandaş, Allah’ın günü onlara yiyecek götürür. Kedilere karşı hassastırlar. Bunda Peygamberin verdiği örneğinde tesiri vardır. Bütün muâsır (çağdaş) müelliflerin ittifak ettiğine göre, Hazreti Muhammed kedileri sever, okşar, hatta kendi eliyle onlara yiyecek verirmiş. Bu bakımdan müminlerin çoğu, evlerinde severek bir veya birkaç kedi beslermiş.
Müslümanların ava pek düşkün olmamasıda onların itikadı ile ilgilidir. Hatta sadece hayvanları öldürmek değil, onları hürriyetlerinden etmek de -hele etinin yenmesi yasak olunanlar için- insanlığa sığmayan bir şeydir. İçlerinden çoğu, bu gibi hayvanları avcılardan satın alır ve hemen âzâd ederler. Birçok şehirde, kafesler dolusu kuş satanlara rastlanır, bunlara ‘Âzâd Kuşu’ denir.”
Hayvanlara “Dinlenme İzni”
Fransız tarihçi, yazar Elisee Reclus diyor ki: “Türkler fıtraten hayvanlara da çok merhametlidirler; mesela birçok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir. Bir çınar dalına yahut evin damına tünemiş leyleğin yuvası da mesut bir aile manzarası arz etmektedir. Türklerle Rumların karışık olarak bulundukları köylerde bir evin hangi tarafa ait olduğunu anlamak için eve girmeye lüzum yoktur. Leyleğin damına yuva yaptığı ev Türk evidir.”
Osmanlılar, insan ve hayvan haklarına o kadar çok ehemmiyet verirlerdi ki bunlar için kanunlar çıkartmışlardı. Mesela Yavuz Sultan Selim’in kanunnamesinin bir maddesinde şöyle deniliyor: “Değirmencilerin tavuk beslemesi yasaktır. Ancak vakti bilmek için bir horoz besleyebilirler.”
İttihatçıların Köpek İtlafı
Ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Osmanlıda idareyi ele alan İttihatçılar, sadece insanlara değil hayvanlara da büyük zulüm yaptılar. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nâzırı olduğu 1910 yılında, İstanbul’da tarihin en büyük köpek itlaf kampanyası başladı. Köpek toplama ekipleri, topladıkları hayvanları hayırsız adaya gönderdiler. Adada aç susuz kalan hayvanların havlamaları İstanbul sahilinden duyulurdu. O yıllarda İstanbul halkı bundan çok müteessirdi, sürgün köpeklere her gün sandallarla yiyecek götürürlerdi. Hayvanların hepsi ölünce sesleri de kesilmiş oldu. Münevver Ayaşlı diyor ki:
“İstanbul halkı, bu köpeklerin ahından dolayı başımıza büyük bir belâ gelir diye korkuyordu. Nitekim 1912’de Balkan Savaşı faciası olunca halk, başımıza bu felaket İttihatçıların bu zulmünden dolayı geldi diyorlardı…”