Kültürümüz

Selçuklu’da Tıp ve Şifahaneler

S

resim

on zamanlarda Selçuklu tarihine
alakanın artması son derece sevindirici bir gelişmedir. Zira hem Türk tarihi hem
de İslam tarihi açısından Selçuklu dönemi oldukça önemlidir. Tarih idrâki savaşlar üzerine kurulu bir toplum için tarihin özellikle sosyal yönü çoğu kez
göz ardı edilir. 

Bununla birlikte TRT’de çekilen diziler aracılığıyla, Selçuklu
tarihinin yeniden hatırlanması müspet bir gelişme olarak kaydedilmelidir. Buna
rağmen tarihi, hâlâ savaş ve at üstünde yiğitlikle anlatma ihtiyacı reyting
adına kısmen hoş görülse de Selçuklu’ya karşı büyük bir haksızlık olacaktır.
Çünkü Selçuklu tarihi, Türk İslam tarihi açısından ve özellikle de din ve fikir
geleneğimiz açısından kurucu bir misyona sahiptir.

Türkler Anadolu’yu yurt
edinmişlerse bu durumda kılıçlarının olduğu kadar bu topraklarda kurdukları
eğitim müesseselerinin de büyük payı vardır. Türklerin sürekli sert güçle
anılması, tarihte üstlendikleri askerî gücün bir sonucudur. Fakat bu resim
eksiktir ve resmin büyük kısmını gölgelemektedir. Selçuklu dehasının en önemli
yanı, onuncu yüzyıldan sonra Abbasîlerden boşalan merkezi yeniden inşa etme
becerileridir. Bu merkez inşasını büyük oranda da yumuşak güç unsurları ile
başarmışlardır.

Bâtınîlerin tıp bilgisini
insanları ideolojik olarak etkilemek için kullanmalarının önüne geçecek en
önemli şey, tıp bilimin batınî bir gücün eseri olmadığını göstermektir. 975’te
Fustat’da Fatımilerin inşa ettirdiği hastane ve eczane sayesinde bitkilerin
tedavi edici bilgisine sahip olan İsmaili Dȃiler, bu bilgiyi kullanarak insanlara
şifa veren olağanüstü güçlerinin olduğuna insanları inandırıyorlardı. 

Şifa, her
zaman Bȃtınîliğin insan avı için en uygun zeminini oluşturmuştur. İnsanlar
hastalıklarında bütün varlıklarını feda etmeye hazırdırlar. Onları sağlığına
kavuşturan bir el, aynı zamanda onun hayatını da değiştirebilir. Farmakoloji
konusunda ileri bilgilere sahip olan Bȃtınî Dȃiler, bu bilgileri kullanarak
insanları kâinatın gizemli ve sırlı bilgilerine sahip olduklarına inandırmak
için kullanıyordu. Özellikle devletin içinde üst görevlerdeki vezirler ve
yöneticiler, saraya sızan Bâtınîlerce önce hasta ediliyor sonra da şifa bizde
denilerek kalpleri ve güvenlerini kazanıyorlardı…

Türkler bitkilerin şifalı gücünü
ve farmakolojiyi Orta Asya’dan biliyorlardı. Orta Asya’da hâkim olan Mecusi ve
Mani dinleri hastalık ve şifayı Gnostik bilginin araçları olarak
kullanıyorlardı… Müslüman âlimler ise, hastalığı bedenin direnicinin azalması,
yediklerimizin bedene zarar vermesi olarak görüyor ve iyileştirilebileceğini
savunuyorlardı. Aslında hastalıkların iyileştirilebileceğinin gösterilmesi
Gnostik ve Bȃtınî inançlarla mücadelenin bir alanı olarak ortaya çıkıyordu.

Şüphesiz aynı zamanda
hastalıklara şifa vermek, Fatımi Devlet ile Selçuklu arasında bir rekabet
unsuruydu. Çünkü tebaasını doyuramayan ve tebaasının hastalarına şifa veremeyen
devlet, güçsüz kabul ediliyordu. Ve insan gücünün ve nüfusun önemli olduğu,
ekonominin tarıma bağlı olduğu bir toplumda bu ikisini sağlayabilen devlete doğru bir insan göçü oluyordu. Bu açıdan Selçuklular, egemenlik kurdukları
topraklarda ikinci olarak; hastane, bimaristan ve şifahaneler kurmaya özel önem
göstermişlerdir.

Adı geçen Selçuklu hastanelerinde
İbn-i Sina, er-Razi, Galen ve Hipokrat’ın eserlerinin yanında el-Cürcânî’nin
Zahire-i Harzemşahî isimli “akrabadin”in (basit ve bileşik ilaçların
tanımlandığı kitap, kodeks) ders kitabı olarak okutulduğu bilinmektedir. Hangi
sınıflarda hangi eserlerin tıp öğrencisine okutulduğuna dair Selçuklu Sultanı
Sencer (1117-1157) dönemi hekim ve astronomlarından Türk asıllı Nizâmî-i
Arûzî’nin “Çahar Makale” isimli bir eser kalem aldığı kaydedilmektedir.

Selçuklu tabiblerini bize
bildiren kaynakların başında İbn Ebu Useybiya (Ibn Abu Usaibia)’nın
“Tabakâtü’l-Etibbâ” adlı, doğuda yazılmış, hekimler ve tıp târihinden bahseden
eseri gelir.

Selçuklularda bir tıp öğrencisi
hekim olabilmek için Tıbba giriş ve
organlar, Mizaçlar, Gıdalar ve İlaçlar, Koruyucu Hekimlik, Zinet (Üreme
Organları), Seyahat Tedbirleri, Alçı, Yaralar, Kırıklar, İltihaplı
Yaralar ve Yanıklar, Zehirlenmeler, Ateşli Hastalıklar… derslerini geçmek zorundaydı. 

1154 yılında ise Selçuklu’nun
Halep Atabeyi Nureddin Zengi (1146-1173) Şam’da Nureddin Hastanesini kurdurmuş
ve bu kurum üç asır boyunca karşılıksız hasta tedavi etmiş ve ilaç dağıtmıştır.
Bu hastanenin diğer hastanelerden farkı, öğrencilere tıp ve eczacılık
bilimlerinin okutulacağı bir medrese ve hatta bugünkü anlamıyla bir tıp
fakültesi görevini de ifa etmesiydi. 

Burada ayrıca akıl hastalıklarına dair bir
birim de bulunuyordu. Tabiplerin toplantılar düzenleyeceği salonları, ders
yapılan sınıfları ve tıp ve eczacılık kitaplarının saklandığı iki adet
kütüphanesi vardı. Bunun yanında 1108-1122 yılında Mardin ve Silvan’da kurulan
hastaneler ve aynı dönemlerde Harput’ta inşa edilen hastane, Anadolu’daki en
eski Türk sağlık kurumları olarak kabul edilmektedir. Bu hastaneler arasında
Mardin Ekmeleddin Mâristanı dönemin en önemli sağlık kurumu olarak
değerlendirilmektedir…

Görüldüğü gibi, Selçuklular
çadırda yaşayan, at üstünde uyuyan, ok atan bir topluluk olmanın çok ötesinde
Irak, Suriye ve Anadolu’yu eğitim ve sağlık kurumlarıyla inşa eden büyük bir
topluluktu. Türkler savaşmayı bildikleri kadar müessese kurmayı ve kanun yapmayı
da iyi bildikleri için bu topraklarda bin senedir var olmuşlar. Türkler inşa
ettikleri eğitim ağları ve ictimâi müesseseler sayesinde hukuk ve adaleti tesis
ederek nüfusun ve refahın çoğalmasını sağlayarak büyük devlet kurmayı
başarmışlardır. Anlaşılıyor ki; hukuk, adalet ve sağlık bir toplumun en önemli
güç unsurlarıdır. Ve Hanefilik bizi millet yapan ve aynı zamanda Müslüman
Türk’ün ruhuna tarihte beden olan önemli bir kimliktir.

İlgili Gönderiler

1 / 62