Türkistan

Ulu Türkistan

T

resim

ürkistan’a “ulu” dememizin sebebi büyük bir yüz ölçümüne sahip olmasından dolayıdır. Çünkü bu coğrafya Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Doğu Türkistan’ı da içine alan ve yaklaşık olarak Avrupa kıtasının yarısı, Avustralya kıtasının üçte ikisi ve içinde bulunduğu Asya kıtasının da dokuzda biri büyüklüğündedir. 
Rakamla ifade edecek olursak yaklaşık 6 milyon km²dir.  Zaten “ulu” (ulı veya ulığ) tabiri büyük, çok büyük, en büyük manalarını ihtiva eder. Burada şunu da hassasiyetle belirtmek isterim ki, Türkistan’a Orta Asya demek buranın adını yanlış söylemektir ya da adını değiştirmeye çalışmaktır. 
Türklerin ana yurdu Orta Asya değil Türkistan’dır ve zaten Türklerin yurdu manasına gelen “Türkistan” adı verilmiştir. Doğusu, batısı, güneyi ve kuzeyiyle birlikte bütün Türkistan’a “Ulu Türkistan” diyoruz. Anadolu da Trakya ile birlikte “Türkiye” dir.  Bu adları değiştirmeye çalışmak kanaatimce hata değil suçtur.
Ulu Türkistan’ın tarihi demek Türk tarihi demektir. Zaman zaman çok kısa sürelerle bazı istilalara maruz kalmış olsa da bu coğrafyanın sahibi hep Türkler oldu. Kadim Türkler; Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar, Timurlular, Selçuklular ve daha nice hanlıklar, Türk boyları Ulu Türkistan’da büyüyüp dünyaya hâkim oldular. Türkiye Selçukluları ve Osmanlılar, kökü Türkistan’da olan atilerdir. 
Günümüzde de Ulu Türkistan’da Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan bağımsız devletleriyle birlikte Çin’in hegemonyasında inim inim inleyen Doğu Türkistan ve Rusya Federasyonu içinde Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Altay, Hakas, Yakut ve Tuva Özerk Cumhuriyetleri var. (Kafkaslardaki özerk Türkleri farklı coğrafya olduğu için yazmadım.)
Türklerin inanç tarihine baktığımızda hep tek tanrı yani vahdetivücut (varlık birliği) inancıyla donanımlı olduklarını görürüz. Tarihin bazı dönemlerinde siyasi sebeplerle Çin ve Hint dinlerine kısa süreli girmiş olsalar da tekrar ananevi dinlerine girdiler. İslamiyetle tanıştıktan sonra ise hızla Müslüman oldular ve Ulu Türkistan coğrafyasında hadis, tefsir ve tasavvuf ilimlerinin merkezlerini kurarak yüce İslam dininin yayılmasında ve yaşanmasında misal teşkil eden bir millet oldular. 
Buhara, Semerkant, Kâşgar, Yesi ve Maveraünnehir denince ilimle iştigal eden bir bilim adamının kayıtsız kalması mümkün değildir. Hatta 15. asırda Uluğ Bey, Semerkant’ta rasathane bile kurarak astronomi ilmini icra etti. Matematik, cebir, tıp, fizik ve kimya ilimlerinin temsilcilerini hepimiz biliriz. Harezmî, Ali Kuşçu, İmam Buhari, Müslim ve daha onlarca ilim adamı bilim dünyasında iz bıraktılar. Hâl böyle olunca Ulu Türkistan’a “Kutsal Bölge” bile dense yeğdir.
Türk boyları arasında Müslümanlığın yayılmasında Hazreti Pir Hoca Ahmed Yesevî’nin büyük emeği var. Biz Türkler dinimizi ve dilimizi bir yerde ona borçluyuz. Çünkü Ahmed Yesevî o gün itibarıyla insanları ahlaki ve itikadi mevzularda bilgilendirerek önce iman ve iyi amel üzerine yoğunlaştırdı. 
Ayrıca sohbetlerini halkın kendi dili üzere yaptı ve Divan-ı Hikmet gibi bir şaheseri de yine Türk dilinde yazdı. Bir milleti millet yapan en önemli unsur dildir. Şayet dilini unutursa benliğini ve etnik yapısını kaybeder. Bunu biz; Avrupa’yı ele geçirdikleri hâlde zamanla buraya yerleşerek asimile olan Avarlar, Peçenekler, Uzlar ve Hunlarda müşahede ediyoruz.
 
Rus Baskısı…
 
Türkistan coğrafyasında bugün bağımsız birer devlet olan kardeş Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan her ne kadar resmî olarak yetmiş sene Sovyetler Birliği içinde yer almış olsalar da bunun iki asra yakın bir baskısı var. Ruslar, Altınorda Devleti’nin topraklarını ele geçirince gözlerini Türkistan hâkimi Türkler üzerine diktiler ve senelerce süren baskı ve hücumlardan sonra emellerine ulaştılar. Elbette bu savaş Ruslarla Türkistanlılar arasında olmadı. Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi bir tarafta Türkler diğer tarafta ise bütün emperyalist güçler vardı. 
Yani İngilizler ve Çinliler de Türkistan’ın sadece Türklere bırakılmasını istemiyorlardı. Bolşevik ihtilalinden sonra Lenin, kelimenin tam manasıyla Türkleri kandırdı. Eğer Sovyetler Birliği’ne katılırlarsa aralarındaki savaşın biteceğini ve kendilerine bağımsız birer devlet olma imkânı verileceğini söyledi. Sadece dış işlerinde kendileriyle birlikte hareket etmeleri gerektiğini, iç işlerinde, din ve kültürlerinde tamamen özgür olacaklarını vadetti. Fakat özellikle Stalin zamanında Türkler tam bir soykırıma maruz kaldılar. 
Kırım ve Ahıska Türkleri bugünkü Ukrayna ve Gürcistan topraklarında bulunan vatanlarından soğuk bir kış gecesinde yük vagonlarına doldurularak binlerce kilometre uzaktaki Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’a sürgün edildiler. Yolda yarısı öldü.
Ayrıca binlerce Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmen aydınını rejime muhalefet ettikleri bahanesiyle idam ettiler. İkinci Dünya Savaşı’nda bütün erkekleri toplayıp cepheye sürdüler. Geleneklerinden ve geçim yollarından ayırmaya çalıştılar. Zaten azalan nüfuslarına bir de doğum kontrol politikası uyguladılar. Nüfusları artmadı. Camileri ve medreseleri kapatarak sosyalist bir eğitim modeli yürüttüler. Kendi yetiştirdikleri sahte din adamları aracılığıyla onları alkolün haram olmadığına inandırdılar ve alıştırdılar. Alfabelerini değiştirerek dillerini bozdular ve aynı soydan gelen ve aynı dili kullanan Türk devletlerinin halklarını birbirleriyle ancak Rusça konuşarak anlaşabilir hâle getirdiler…
Bütün bunlara rağmen Türk asıllı bu kardeş devletler dinlerinden, örf ve âdetlerinden asla vazgeçmediler. Saklı gizli de olsa dinî bayramlarını yaptılar, çocuklarını sünnet ettirdiler, doğum, ölüm ve evlenme törelerini yaşattılar. Bütün bunların Ahmed Yesevî, İmam Buhari, Müslim ve Şah-ı Nakşıbendî gibi manevi büyüklerin yüzü suyu hürmetine yaşadığı düşüncesi elbette yabana atılır bir düşünce değil. Bugün Ulu Türkistan’da yaşayan bütün Türkler, Müslüman ve Hanefi mezhebine mensupturlar. Hatta Ehl-i sünnet tarikatları bazı bölgelerde yaşamaktadır.

İlgili Gönderiler

1 / 63