E
cdadımız, Doksan üç Harbi, Balkan ve Birinci Cihan Savaşları’nda pek çok acı felaketler yaşadı. Osmanlı asker ve muhacirleri kızgın çöllerde, soğuk dağlarda açlıktan ölmemek için kedileri köpekleri, çekirgeleri, ölmüş at ve katırları, çarıklarını, hatta atların gübreleri içindeki arpa tanelerini çıkarıp yediler. Bunları da bulamayanlar ağaç kabuklarını, yabani otları yediler. Bu arada bilmedikleri, tanımadıkları zehirli otları yiyip ölenler de çok oldu. Dağlarda, çöllerde kurtlara, kuşlara yem oldular. Savaşlardaki mağlubiyetlerin önemli sebeplerinden biri de açlık olmuştur.
Bugün ise askerimizin silah, teçhizat, giyim ve iaşesi çok mükemmeldir. Terörle mücadelede başarının en önemli faktörlerinden biri de budur. En zor kış şartlarında, en yüksek râkımlarda, dağların zirvelerinde nöbet tutan Mehmetçiğin yiyeceği, içeceği, evindekinden, kışlasındakinden farklı değildir. Mehmetçik her yemekten sonra ‘‘Allah’ımıza hamdolsun, milletimiz varolsun!’’ diyerek Rabbine ve milletine teşekkür etmektedir.
Asker ve muhacirlerimizin savaşlarda çektiği açlık hakkında arşivlerimizde yüzlerce bilgi ve belge vardır. Bunlardan birkaçını aşağıda kaydediyoruz.
Böyle Facia Görülmedi!
Birinci Cihan Harbi’nde Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edip Ermeniler de Müslüman halka büyük bir soykırım başlatınca, canını kurtaran bütün Müslüman halk, yurtlarını ve yuvalarını terk ederek Kuzey Irak ve Anadolu içlerine hicret etmek mecburiyetinde kaldılar. Van’dan bütün ailesiyle hicret eden Abdülhakim Arvasi Hazretleri, yaşanan olayların vahametini ‘‘Âdem Aleyhisselamdan beri böyle bir facia görülmedi.’’ diyerek ifade etmişti. Eski Van milletvekillerinden ve hicret edenler arasında bulunan İbrahim Arvas Bey de hatıralarında diyor ki:
‘‘1917 kışında yokluk ve açlık zirvedeydi. Bir teneke buğday dört sarı altın idi. Musul sokaklarında, bilhassa muhacir ve asker olarak, günde üç yüz kişi açlıktan ölüyordu. Musul kazaları bulunan Zaho, Duhuk, Erbil ve Akra’da da vaziyet aynıydı. Ölüler defnedilemiyor, mezarlara atılıyor, köpeklere ikram ediliyordu. Kerkük kaza ve köylerinde yaklaşık günde bin kişi açlıktan ölüyordu. Diyarbekir ve Adana’daki muhacirler de çok sıkıntı çektiler. Ama Musul’daki gibi hayvan leşleri, kedi ve köpek yemediler.
Musul merkezinde o zaman yüzden fazla milyoner tüccar vardı. Büyük çiftçiler ve pekçok zahire ambarları mevcuttu. Bunlardan hiç birisi ne bir askere ve ne de bir muhacire yardımda bulundular.vicdanları asla tınmadı. Cenabı hak adil-i mutlaktır. Birgün gelir de Musullular veya evladı ahvadı intikamı ilahiye maruz kalacaklardır. “
(İbrahim Arvas-Taihi Hakikatler)
Takatım Yok Komutanım
Kurmay Binbaşı Vecihi Bey, Birinci Cihan Savaşı’nda Filistin Cephesinde, Şeria’da karşılaştığı hazin bir vakayı hatıralarında şöyle dile getiriyor: “Tümenin iaşe durumu çok kötüydü. Her gün bir miktar çeşitli hububat karışımı, biraz un ve soğan veriliyordu. Bununla askere hem ekmek hem yemek, hem de çorba yapılıyor-du. Un gelmediği günlerde buğday dağıtılırdı. Pirinç, çay, şeker, fasülye gibi erzağın yüzünü gören yoktu.’’
Vecihi Bey şöyle devam ediyor:
“Bir gün cephede bir bataryanın gözetleme noktasına gitmiştim. Gözetleme yapan teğmen, dürbün sehpasının dibinde uzanmış baygın yatıyordu. Yaverim teğmeni uyandırdı. Fakat zavallı subay utanç ve mahcubiyet içinde güçlükle belini doğrultabildi. Çehresi sapsarı, gözleri solgun ve fersiz, sanki vücudunda bir damla kan kalmamıştı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Yere dayanan dermansız kolları, bir deri bir kemikten ibaret iskelet gibi kuru vücudunun ağırlığına tahammül edemeyerek titriyordu.”
“Hasta mısın, neyin var yavrum?’’ diye sorunca:
“Hayır efendim, Elhamdülillah sıhhatteyim. Üç gün önce hastaneden çıktım. Bir ağrı sızı da hissetmiyor-dum. Zayıf ve tâkatsizim. Doğrusu kendimi besleyemiyordum. Buğday çorbası, un çorbası muhtaç oldu-ğum gıdayı veremiyor. Biraz yesem üç günde eski halimi alacağım. Vazifemden ayrılmak istemem. Fakat dermansızlıktan onu da ifa edemiyorum.’’ (Kurmay Binbaşı Vecihi Bey – Filistin Ricatı)
Kumandan Paşanın Gıdası: Mısır Koçanı
Balkan Harbi sırasında savaş muhabiri olarak bulunan Fransız gazeteci Stephane Lausanne, Trakya’da Bul-garlar karşısında büyük bir bozgun ve hezimete uğrayan Abdullah Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu’nun içine düştüğü büyük açlık faciasından şöyle bahsediyor: “Abdullah Paşa, Karargâhının bulunduğu Sakız Köyü’nde küçük bir eve kapanıp kalmıştı. Daily Telegraph gazetesi muhabiri Bartlett, Paşa’yı tesadüfen evinde ziyaret etmişti. Komutan adeta açlıktan ölüyordu. Emir subayları, tırnakları ile evin bahçesini kazıp birkaç mısır koçanı bulmaya çalışıyorlardı. Buldukları kökleri un bulamacıyla pişiriyorlardı.’’ İşte yüz yetmiş beş bin kişilik orduya kumanda eden Abdullah Paşa’nın erzakı bu idi. Bartlett, yanında getirdiği birkaç konserveyi paşaya sundu. Abdullah Paşa onunla üç gün beslendi ve ‘‘Siz yetişmeseydiniz herhalde açlıktan ayakta bile duramayacaktım.’’ demişti.
Stephane Lausanne şöyle devam ediyor:
“Bir subay da açlıktan bayılacak hale gelmişti. Son tedbir olarak paltosunun iç cebine bir ekmek kabuğu saklamıştı. Sabahleyin bitkin bir şekilde ekmeğini çıkarmış, atın üstünde doğrulup yemeye hazırlanmıştı. Ancak, tam o anda yolun kenarında, sabahın alacakaranlığında ovaya serili duran cesetlerden daha donuk bir hale gelmiş bir yaralıyı fark etmişti. Yaralı doğrulmuş, öylesine yalvaran bir tavırla elini uzatmış ki subayın yüreği parçalanmış. Elindeki ekmeği, bu son yiyeceğini ağzına götürememiş, bu zavallı yavrunun avucuna bırakmak istemiş, tam o anda da atı hareketlenmiş ve ekmek elinden kayıp çamurların içine düşmüştü. İşte tam o esnada yaralı asker kendini yere atmış, insan kanları ile karışmış çamurlar içinde bulunan bu ekmek parçasını yakalamış ve bir anda ağzına götürmüştü.” (Stephane Lausanne – Osmanlı’nın Bozgun Yılları)
Ölmüş Katır Ve Beygir Eti Yedirdiler
1919 yılında İngilizler Antep’i işgal ettiklerinde şehrin ileri gelenlerinden bazılarını da yakalayarak mısırdaki esir kaplarına gönderdiler. Bunlardan biri olan Eyüb Sabri (Akgöl) esaret hatıralarında diyor ki:
“ İngilizler kamptaki asker ve sivil esirlere ölmüş katır, beygir eti veriyorlardı. Ağustosun o müthiş sıcaklarında kokmuş bu etleri yemek mecburiyetinde kalan pekçok mazlum askerimiz dizanteri ve uyuza benzeyen palağra hastalığına yakalanarak öldüler.(Esaret Hatıraları-Tercüman 1001 Temel Eser)
Sığır Derileri Ne Oldu?
Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak askere giden Sivaslı Rıfat Erdal da hatıralarında diyor ki: Erzu-rum ve Erzincan düştükten sonra, Erzincan-Sivas arasındaki dağlarda mevzilendik. Kış çok şiddetliydi. Askerlere yiyecek için haftada ancak zayıf bir sığır bulabiliyorduk. Sığırların derilerini de askerlerin çarıklarını tamirleri için parçalayarak dağıtıyorduk. Askerlerin niçin çarıklarını tamir etmediğini sorduğumda; çavuş, boynunu büktü ve “Efendim biz sığır derilerini erlere dağıtıyoruz ancak karınları aç olduklarından hemen közleyip yiyorlar.’’ dedi. (Rıfat Erdal – Hayat Tarih Mecmuası)
Çekirgenin Serçeden Ne Farkı Var?
Birinci Cihan Savaşı’nda Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahreddin Paşa için en mühim mesele askerlerini beslemekti. Zira askerin erzağı her geçen gün azalıyordu. Açlıktan ve gıdasızlıktan ölümler başlamıştı. İstanbul’dan veya başka bir yerden yiyecek gelmesine imkân kalmamıştı. Çünkü İngilizler demiryolunu da tahrip etmişlerdi. Anadolu askeri çekirge yemezdi. Fahreddin Paşa, çekirgenin yedirilmesi için askeri birliklere şu emri gönderdi:
“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyleri yiyor. Hicaz, Yemen ve Afrika Arapları’nın başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlıklarını ve zindeliklerini çekirgelere borçludur.
Çekirgeleri doktorlarımıza incelettirdim. Doktorlar çekirgeden yüksek sitayişle bahsettiler, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitiremediler. Çekirge hem gıda hem de şifadır. Av etleri gibi bunlardan istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerden vücudumuza daha faydalı olduğu anlaşılmıştır. Dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara ve basurlara büyük faydası vardır. Romatizma için iksir gibidir.
Büyük bir dikkat ve ihtimamla, yaptırdığım tecrübelerde gıda ve tıbbi kıymeti anlaşılan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile nimetin kadrini bilmemektir. Dün karargâh sofrasın-da “Çekirge tavası vardı.” Arkadaşlarımla beraber pek zevkle yedim. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor. Velhasıl dün çekirgeyi bahçelerden kovup uzaklaştırmak tedbirini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu, diye yollarını gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse tarif ettiğim şekilde bana da çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim. (Feridun Kandemir – Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası)
Ve Bugün…
Bütün şehirlerimizde her gün sabahın erken saatlerinde ekmek ve bazı yiyecekler dağıtım servisleri tarafından bakkal ve manavların dükkanlarının önüne bırakılıyor. Sabahleyin dükkanını açmaya gelen esnaf hiçbir kayıp ve çalıntı olmadan içeri alıyor. Bu da ülkemizde gıdaların ne kadar bol ve bereketli olduğunu gösteriyor.
Tarım ve Sağlık Bakanlıklarınca yapılan araştırmalara göre Türkiye’de her yıl 44 milyar ekmek üretiliyor. Bunun ancak 40 milyarı tüketiliyor. Her yıl, ne yazık ki 4 milyar ekmek çöpe gidiyor. İsraf edilen ekmek, ülke ekonomisinde yılda yaklaşık 700 milyon dolarlık kayba sebep oluyor.
Geçmişte insanlar açlıktan; günümüzde ise çok yemekten ve obezitenin sebep olduğu hastalıklardan ölmektedir.
Numan Aydoğan Ünal