Balkan Savaşı’nda Kırklareli ve Lüleburgaz muharebelerinde Abdullah Paşa komutasındaki 175 bin kişilik Osmanlı ordusu büyük bir hezimete uğradı. Bulgarlar Çatalca’ya dayandılar. İstanbul’da Müslüman halk büyük bir korku ve endişeye kapıldı. Fransız savaş muhabiri Stephan Lauzan Çatalca’da Osmanlı ordusunun yaptığı tarihi savunmayı şöyle dile getiriyor:
atalca… Üç heceden oluşan bir kelime. Lüleburgaz bozgunundan sonra geçen 15 gün içinde İstanbul’daki bir milyon beş yüz bin insanın ağzından kim bilir kaç kere tekrarlandı. Bütün dünyanın haber bültenlerinde kim bilir kaç defa yazıldı.
Çatalca Bulgar ordusuna karşı kurulan önemli bir cepheydi. İslamiyet’in başşehri ve kutsal topraklarını Marmara’dan Karadeniz’e kadar savunan sonuncu hat işte burasıydı. Acaba Çatalca’daki Osmanlı mevzileri Bulgar taarruzlarına dayanacak mıydı?
Osmanlı ordusunun bozgunundan sonra her şey ihtimal dâhilindeydi. En yetkili ağızlar bile bir hükümden kaçınıyorlardı. Times Gazetesi muhabiri Leanold James, Daily Telegraph gazetesi muhabiri Berhold ‘’Bizim gördüklerimize göre Bulgarlar Çatalca’yı kırk sekiz saatte zorlayıp geçer.’’ düşüncesindeydi.
Topların korkunç sesleri çok yakından geliyordu. Gerçekten Çatalca İstanbul’a kırk kilometrelik mesafededir. Facianın sonunu hissedip herkes telaşla birbirlerine “Neler oluyor?” sorusunu soruyordu. 16 Kasımdan itibaren Bulgar ordusu büyük bir savaş hazırlığı yapmıştı. Bulgarlar o güne kadar yapmadıkları bir şeyi yapmışlar, ertesi günkü hücum hattında bütün savaş muhabirleri haberdar edilmiş ve kendilerine bütün savaş planları ile ilgili geniş bir bilgi vermişti.
Pazar günü şafakla birlikte topçu atışı başladı ve bütün savaş hattı direndi. Marmara’dan Karadeniz’e kadar güçlü bir savaş hattı meydana geldi. Fakat ateş başlıca iki noktaya yöneldi. Bunlar merkezde, Hadımköy yakınlarında demiryolunun geçtiği geçidi savunan Mahmudiye ve Mahmut Paşa’nın tablaları ile kuzeyde Kastanya köyleri ve Lazarköyü karşısında iki büyük istihkâmdı.
Mahmudiye tabyasındaki Osmanlı Ordusu komutanı 48 saat içinde savunduğu mevzilere yağan güllelerin sayısını iki binden çok olmak üzere tahtın ediyor ve bütün bu müthiş topçu savaşlarında kaybın sadece iki neferden ibaret bulunmasıyla iftihar ediyordu.
Bu Müthiş taarruzun ardından sıra şiddetli piyade hücumuna geldi. Bulgar toplarının en çok ulaştığı Lazarköy ve Kastanya köylerinin ilerisinden taarruza geçiliyordu. Taarruza iki tümen katıldı. Her ikisi de General Dimitrof’un kumanda etmekte olduğu üçüncü orduya mensuptu. Bulgar savaş muhabirlerinin de kabul ettikleri gibi o kadar büyük bir başarısızlığa düştüler ki, adeta bir felaket meydana geldi. Dokuzuncu tümene mensup Grandük Vladimir ve Prens Dorris alayları Karaca sırtlarını savundu. Yedi numaralı tabyaya hücum sırasında hemen tamamı mahvoldular.
Bu defa Osmanlı kuvvetlerinin ateşi yok edici bir haldeydi. Plevne müdafaasını yapanların torunları asli karakterlerine uygun olan dağ mevzilerine geçmişler ve fevkalade başarılar gösteriyorlardı. Ertesi sabah savaş yeniden şiddetlendi. Lazarköy kanadında bulunan Osmanlı sağ kanadının komutanı Mahmut Muhtar Paşa iki koruganları dolaştı. Üzerine mermi yağmaya başladı. Kendisine iki kurşun isabet etti. Biri kaba etini sıyırıp geçti. General düştü, ancak askerlere cesaret geldi. Bulgar askerleri püskürtüldü. Bulgar yirmi dokuzuncu alayın bazı birliklerinin subay ve askerleri tamamen öldürüldü. Nitekim bir bölükten ancak on üç kişi kalmıştı.
Akşamüstü Osmanlılar “En cesur generallerimizi kaybettik ama savaşı kazandık.” diyebiliyorlardı. Çatalca sırtlardaki güven, aynı zamanda büyük bir cesaret uyandırıyordu. Bütün ümitler yorgunları yeniden canlandırıyordu. Diğer yandan bu sarp dağın eteğinde Bulgar hatlarının arkasında derin bir keder hüküm sürüyordu. Bulgar askerlerde güvensizlik yayılıyordu.
Kırklareli’nde ve Lüleburgaz’da galip gelen Bulgarların Çatalca’da güçleri bitti. Ovada mağlup olan ve meydan savaşına alışık olmayan Osmanlılar, siperler, hendekler, duvarlar ve karşı tedbirler arkasında bütün askerlik kabiliyetlerini gösterdiler. Osmanlı ordusu hücumda hareket gösteremez fakat savunmada uzandığı toprağa yapışır kalır.
Şunu da iyice zihne yerleştirmeli ki bir millet ancak galipler boğazlarına öldüresiye basmadıkça tamamen mağlup sayılmazlar. Bir milletin diğer milletle mücadelesinde hiçbir zaman karamsar olmamalıdır. Aksine son dakikaya kadar zafere inanmalıdır. Bir an gelip de aşılmayacak hiçbir güç, hiçbir yanlışlık yoktur.
Kırklareli’nden, Lüleburgaz’dan, Üsküp’den Selanik’den sonra Osmanlı kendisine olan güvenini tamamen kaybetmiş ve generallerin hepsi karamsar bir hale gelmişlerdi. Fakat kırk kilometrelik Çatalca dağları felaketin intikamını almaya, payitahtı muhafaza etmeye bir taraftan bütün kuvvetleri toplamaya ve diğer taraftan bütün cür’etleri sarsmaya yetiverdi. Evet, bu dağlar Bulgarlar’ın gurur abidesini yerle bir etmiş ve tarih önünde Osmanlı’nın namusunu kurtarmıştı.
*******
Düşmanın Çatalca’ya dayandığı, top seslerinin İstanbul’dan duyulduğu günlerde genç bir kız olan yazar Münevver Ayaşlı da hâtıralarında şöyle diyor:
“Evet, Balkan harbi bir faciaydı. Mağlubiyetten başka orduda kolera da başlamış, kolera İstanbul’a da sirâyet etmişti. İstanbul’a lepiska saçlı, boncuk mavisi gözlü, çıplak ayakları çamur içinde güzel çocuklar yaya olarak geliyordu. Öküz arabalarında ise ihtiyarlar, hastalar ve yatak yorganları vardı. Rumeli boşalıyordu. İstanbul’da yer kalmamıştı. Selâtin câmilerine tıka basa Rumeli muhâcirleri dolduruyorlardı. Ağabeyim Galatasaray Sultânîsi’ne gidiyordu. Bir gün vakitsiz eve gelmiş kanepeye uzanmış ağlıyordu.”
Anneme sordum:
– Ağabeyim rahatsız mı?
– Yok hasta değil. Vatanı için ağlıyor. Selanik’i Yunanlar almış.
Ben de küçük iskemlemi aldım. Odanın bir köşesine çekildim, ellerimle yüzümü kapattım. Başladım hüngür hüngür ağlamaya.
Hakikaten, harp aleyhimize dönmüştü. Hezimet hezimet… Bulgar, Çatalca’ya kadar gelmişti. Düşman topları İstanbul’dan duyuluyordu. Evlerin camları sarsılıyordu. Felaket…
Evliyânın Duâsı…
O zamanlar İstanbul’da büyük bir zât vardı. Sâhib-i zaman Fatih Türbedârı Ahmet Amiş(*) Hazretleri (kuddise sirruh) ve Hacı Maksud Efendi. Bu iki tasarruf sahibi büyük zat: “Darü’l Hilafet’e (İstanbul) Bulgar’ı mı sokacağız?” demişler ve başlamışlar sabaha kadar tazarruata. Yalvarmışlar, yakarmışlar… O kadar ki Ahmet Amiş Hazretleri’nin çamaşırları sırılsıklam olur, sık sık çamaşır değiştirir, çıkardığı çamaşırları sıksanız su çıkacak kadar ıslak olurmuş.
Evet, ertesi günü gazeteler büyük puntolarla, İstanbul halkını müjdeliyordu:
– Bulgarlar Çatalca’dan çekildiler.
Bulgar ordusunun Çatalca’ya dayandığı , top seslerinin İstanbul’da camları titrettiği günlerde, dağılmış, bozulmuş Osmanlı ordusunun tekrar toparlanarak Bulgarları Çatalca’dan geri döndürebilmesi hep merak edilir…
Editörün Notu
İslam âlimleri buyurmuşlar ki; “Evliyânın duası, namludan çıkan kurşunu geri çevirir.” Demek ki, Ahmet Amiş Hazretleri gibi daha nice evliyanın ve mâsum İstanbul halkının göz yaşı ve duası, düşmanı İstanbul’a sokmamıştır…
(*) Ahmet Amiş Efendi: 1807’de Tuna vilayetine bağlı Tırnova’da doğdu. 1920’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Fatih Camii yanındaki kabristandadır.
Kaynaklar:
Osmanlı’nın Bozgun Yılları – Stephan Lauzan
Rumeli ve Muhteşem İstanbul – Münevver Ayaşlı